Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Zeytin Dalı

Nisan16

Öykü

Tabağın pembe kenarlarını özenle inceliyorum. Parlak bir boyayla boyanmış, ama pek kaliteli olmadığı belli. Zira kenarındaki beyaz girinti, ufak bir çarpmayla meydana gelmişe benziyor. Çatalımla erişte parçalarını—tabağın porselen yüzüne vura vura, pürüzsüz yüzeyi gıcırdata gıcırdata—avlamaya çalışırken yavaş yavaş tabağın ortasındaki resmi fark etmeye başlıyorum. Önce bir siyahlık görünüyor, sonra siyah yuvarlaklar. Bir zeytin dalı; üstelik yaprakları da var. Ben erişteleri yakaladıkça daha da beliriyor resim: İşte siyah zeytinlerle bezenmiş, birkaç yapraklı bir dal. Ağacından koparılmış, belli. Tek kalmış; kala kala bir avuç kalmış. O da gördü mü acaba? Tabağa ablak ablak bakındığımı gördüyse kesin içinden alay etmiştir benimle. ‘’Ne aptalca!’’ demiştir, o gün dediği gibi.

Tabaktan gözlerimi kaldırmıyorum, ama yalnızca kaydırıyorum, ona doğru, onun tabağına doğru. Yeşil onun tabağı; benimkinden farklı. Epey farklı hem de. Onun tabağının kırığı yok en başta. Ortasında ne desen olduğunu ise göremiyorum; tabağın ortasındaki bir avuç erişteye dokunmamış bile çünkü. Çatalıyla oynuyor. Elleri tedirgin—ya da uyduruyor muyum? İştahı mı yok acaba? Geçende de yoktu; hastaydı o zaman, epey üşütmüştü. Şimdi… Şimdi de hasta mı? Yüzüne baksam? Bakamam! Gözlerine değemem, tıpkı günlerdir ellerine değemediğim gibi. Göze alamam bunu; göz bebeklerine dalıp yitik umutlar hayal etmeyi ya da gözünün akında dal dal ayrılan kırmızı kılcal damarların her birinde başka bir anlam aramayı.

Ufak bir gürültü: Çatalı yere düşmüş. Göremedim; çatalı tuttuğu elini yanağıyla aynı hizada tutmuş olmalı, her zamanki gibi, dirseği de masanın üstündeydi muhtemelen, çatalı düşürmeden önce. Bir eliyle masayı kavrayıp eğiliyor yere. Bir süre yerinde kıpraştığını görüyorum, sonra masanın altından tıslarcasına bir ses geliyor: Bir altıncı sınıf çocuğunun saatte on beş kez söyleyebileceği türden, ancak on iki yaşlık bir ömrün kaldırabileceğinden çok daha büyük bir yorgunluk ve tükenmişlikle, bir küfür fırlatıyor. Donup kalıyorum; küfretmez ki o! En son vapurla Ada’ya geçerken fırtınada kaldığımızda bir küfür kaçıvermişti ağzından (yaramaz bir çocuk gibi fırlamıştı dudaklarının arasından; fırlamıştı, fırlatılmamıştı). Tabii bir de yüreğime yeni yeni değdiği zamanlardı, bundan haberi yoktu henüz. Tepegözün kumandasını binbir parçaya ayırıp tamir edeceğini iddia etmişti. Sonra da beceremeyince ve rezil olacağını anlayınca söyleyivermişti: Ha…! Küfürbazın teki sanmıştım onu, ne kaprisliydim o zamanlar. Şimdi, şimdi değiştim mi?

Halen aranıyor, çatal çok uzağına düşmüş olmalı; hoş, yakınına düşse de ne yazar, ben iki tabak, bir tuzluk ötesindeyken ona bu kadar uzak düşüyorsam… Göz ucuyla sandalyemin sol tarafına bakıyorum; bu tarafa, benim sandalyemin ayağına düşmüş çatal. Erişmek için çırpınıyor; tereddüt ediyorum bir an: Uzatsam mı? Ben ona erişmek için çırpınırken o bana uzandı mı? Ne komik sorular; ne zaman karşılık bekler olduk? Karşılıksız demedik mi; karşılıksız ve beklentisiz, yalnızca sevmek adına sevmek, yalnızca sen ‘’sen’’sin, ben de ‘’ben’’im diye sevmek?

Sandalyemin ayağına eğilip alıyorum çatalı. Döşemenin üstünde aranan el birden duruyor, olduğu yere sabitleniveriyor. Eline bakıyorum. Ellere bakmak, yüze bakmak kadar acıtmaz çoğu zaman. Eller ketumdur; ağlamaz, gülmezler; konuşmaz, susmazlar. Mimikleri yoktur ellerin, ya da akıtmayı (acıtmayı) düşündükleri duygular, anılar. Yüzük parmağındaki şişliği fark ediyorum: ilk konuşmamıza vesile olan küçücük ayrıntı. Kalemi sımsıkı tutuyordu, yüzük ile orta parmağının arasında. Benim gibi, kalemi bu denli garip tutanına, üstelik yalnız parmaklarıyla değil, tüm eliyle kucaklayanına ilk kez denk gelmiştim. O, karakalemi yüzük parmağına dayadıkça o küçük şişlik parmağında yer ediyor, ona doğum lekesi gibi ayırt edici bir özellik, kalem aşkından bir parça iz bırakıyordu.

Sonra parmağın köküne kayıyor gözüm. Orayı gümüş bir çemberin sarmaladığı günler geliyor gözümün önüne; şu çelik çatalın yüzeyinden parlayan ışığın hem o yüzükten hem de o siyah gözlerden ışıdığı parlak ve aydınlık günler… Çelik çatal kararır mı, ya gümüş yüzük? Sahteyse kararır. Peki ya aşk? O neden karardı, o da mı sahte?

Çatalı uzatıyorum. Tedirgin el tutuyor onu. Eli elime değmiyor, ellerimiz yanlışlıkla üst üste gelmiyor; o romantik aşk filmlerinin vaat ettiği hiçbir şey, ‘’hiçbir’’ tesadüf gerçekleşmiyor. Yalnızca, çatalın metal dokusundan daha keskin, daha sert bir soğuklukla çekiyor elini ve doğruluyor. Boğazım düğümleniyor. Ben de doğruluyorum. Gözlerim yanıyor. Olmaz! Tut kendini. Şimdi sırası değil, Sulugöz, şimdi hiç sırası değil. Kas kendini, iliklerine kadar; yüz kaslarını sık, ‘’Poker surat’’, unuttun mu? Sen yeter ki, yeter ki ne hissettiğini belli etme, yeter ki ‘’zayıf’’ görünme, olur mu? Peki ya kasamazsam? Kasamazsan, kaç!

Titrek ellerle tutuyorum zeytin dallı tabağımı. O, ayağa kalkıp yere düşen çatalını mutfağa götürüyor. Tabağı kavrayan parmaklarımı daha da sıkıyor, bekliyorum. Siyah zeytinlerin üstünde eriştenin yağı parlıyor, birkaç erişte parçası tabağın duvarlarına yapışmış. Tabağın zayıf bünyesinden güç almak istercesine daha sıkı, daha sıkı tutunuyorum. Düz duvarı tırmalarcasına, boşuna, sıkıyorum tabağı; tabak kırılmıyor, ortadaki zeytin dalında ise en ufak bir çatlak yok. Bizim zeytin dalımız çoktan bin parça oldu, zeytinler de bu erişte parçaları gibi dört bir yana dağıldı: Bu niye halen duruyor, niye benimle alay edercesine yağlı yüzeyin altından sırıtıyor?

Sandalyeyi çekip oturuyor ve yeni çatalını çirkin bir vurdumduymazlıkla bırakıveriyor masanın ahşap yüzeyine. Alaycı tabağımı kaldırıp ayağa fırlıyorum. Tırnaklarım çığlıklarla, haykırışlarla tırmalıyor tabağı. Ellerim titriyor; çok fena, zangır zangır titriyor. Ve zeytin dalı kayıp düşüyor elimden.

‘’Ha…!’’

İlk defa—belki günlerdir ilk defa—yüzüme bakıyor: çatalı tutan eli havada donmuş, ağzı yarı açık, gözleri şaşkın. Onu şaşırtan, ne titreyen ellerim ne de düşen tabak; yalnızca birkaç saniye önce ağzımdan öfkeyle fırlayan iki parça sözcük, tabağın düşmesine değil ama, o çirkin, alaycı zeytin dalının halen kırılmamasına, tek parça halinde yattığı yerden bana sırıtmasına tepki olarak fırlattığım iki kanatlı küfür.

Gözlerine bakıyorum, bu kez korkusuzca. Ellerim de titremiyor artık. O iki sözcük dudaklarımı yırtıp fırlarken boğazımdaki düğümü de bedenimin her yanını buran tüm düğümlerle birlikte koparmış, parçalamış sanki. Gözlerini kaçırmıyor, az sonra şaşkınlık terk ediyor yüzünü ve yerini yeni bir ifade alıyor; çok eskilerden bir şeyi anımsarcasına hatırladığım, iç ısıtan, içten bir ifade. Ve o sıcak bakışın ardında belki de yalnızca—onu çok iyi tanıyan birinin—benim fark edebileceğim bir ifade yatıyor: dudağının kenarının neredeyse 22,5 derece kıvrılmasını sağlayan, çok inceden muzip bir sırıtış. Benim de dudaklarımın kıvrıldığını hissediyorum, çömelip yere düşen tabağı elime alıyorum. Ve sonra göz ucuyla, çatalımı bana uzatan eli görüyorum.

Ah be zeytin dalı, sırıttın, sırıttın da, yine kırılmadın!

Sevde Kaldıroğlu
6 Şubat 2013
İstanbul

2 Yorum

“Zeytin Dalı”

  1. Nisan 16th, 2013 - 22:53 Babacık Diyor ki:

    Canimmm, Ben yine zor anlarim bunu ya… Duygu yuklu, duygulari hissettiren… Eline saglik.

  2. Nisan 16th, 2013 - 23:10 Halacık Diyor ki:

    Ah be tatlım, içime işledi. Ben oldum yine, o kadar yoğun duygular veriyorsun ki okuyana, bu duyguları tadıp, yaşayan kişi mutlaka kendini bir yerlere koyabiliyor. Hüzünlendirdin beni…. Çok güzel olmuş, çok.