Bir Yazı Serüveni
“Ben herhangi bir yorum yapacak değilim. Ama yazabilirim. Korkularımı, kaygılarımı, düşlerimi, düşüşlerimi yazdığım gibi bu eylemi de yazabilirim. Çünkü yazmak da bir eylemdir.”
Ferit Edgü dile getiriyor bu sözleri, 1995 yılında yayımladığı “Yazmak Eylemi” adlı kitabında. Önemli bir noktaya parmak basıyor Edgü. Öyle ya, yazmak da bir eylemdir. Hem de en az, sokaklara dökülüp yürüyüşlere, “eylem”lere katılmak kadar güçlü ve etkilidir. Belki taş yollara şiddetle basan topuklar kadar sert değildir kalemin kağıda savurduğu darbeler ya da klavyenin tuşlarına vuran parmaklar; ancak daha sessiz, fakat sağlam adımlarla yürür yazı. Kalemin tükürdüğü mırıltılar, dudağın fırlattığı çığlıklardan daha çok duyulur bazen. Sessiz bir gürültüdür adeta, kalemin ürettiği; gerektiğinde kulak tırmalamayı bilir. Kalem oynar, yazı devinir, gelişir, geliştirir. Nitekim devinim, eylem demektir. Şayet yazmak bir eylem olmasa, binlerce yazar ne diye yüzyıllar boyunca dirsek çürütmüştür onun uğruna? İnsanlar devinimsizce “korkuyu”, “barbarları” ya da “Godot”yu beklerken nice Beckett’ler, Coetzee’ler, Atay’lar eyleme geçip yazmamış mıdır olan bitenin anlamsızlığını? Öyleyse eylemi, uzuvların devinimiyle; etkiyi ise somut bir değişimle sınırlamak doğru değildir. Bir şeyler yazılmalı, kalem daima dillendirmeli zihnin ürettiklerini.
Belki biri okur, belki biri düşünür, belki biri uyanır: Yazarın tek tesellisi bu.
İşte bu amaçla, bu teselliyle yola çıktım ben ve 14 yaşında lise yaşamımın başında açtım blogumu, diğer bir deyişle—benim tercih ettiğim tabirle—”edebi günlüğümü”. “Yazmayı seviyorum” dedim yalnızca ve Sevde’nin Günlüğü doğdu tam 1 Şubat 2010’da. Yazacaktım, bir şeyleri değiştirmek, geliştirmek için –en başta da kendimi. Öyle bir yolculuk oldu ki o günden bu yana, yıllardan beri—2.sınıfın son gününden önceki akşam oturup öğretmenime “Karşıma baksam karşımdasın/ Arkama dönsem arkamdasın/ Sensin bana öğreten/ Benim sevgili öğretmenim” dizelerini yazdığımdan beri—aslında yanıbaşımda duran biricik yoldaşımı tam anlamıyla fark ettim: o sadık, güçlü, candan kalemimi. Düşünüyorum da o hep benimleydi aslında; onu, herkesten farklı bir biçimde orta ile yüzük parmağımın arasında yamuk yumuk da olsa tutmayı başardığımdan beri daima hüzünlerimi de sevinçlerimi de benimle birlikte göğüsledi. Onunla birlikte ortaya çıkardıklarımız büyük yazarlarınkilerle boy ölçüşemezdi belki; ama daima Karacaoğlan’ın tutkusuyla, Jane Austen’in kararlılığıyla, Shakespeare’in şiirselliğiyle—henüz bu yazarları ve ozanları tanımadan ama onların kalem aşkını paylaşarak—kalemime gitgide daha da sarılarak yazdım, yazdım, yazdım. Üç okudum, bir yazdım; bir yazdım, üç okudum; kendimi—çığlıklarımı, gülüşlerimi, düşüncelerimi, düşlerimi, düşüşlerimi—kısacası maddi ve manevi varoluşumu kalemimin bazen yumuşak bazen sivri ucundan yazdım ve okudum, okudum, okudum.
Anneme yazdığım aşk şiirlerini; hayali kahramanım Kedi Şirin’in macera öykülerini; yalnızca birkaç ay yaşayan lalem Yıldız’a bestelediğim şarkıyı; abim üniversite için yurtdışına giderken “Artık ne başın var dizlerimde/ Ne saçların ellerimde” sözleriyle tamamladığım şiiri; tüm bunları okurken öz yaşam öykümü okur gibi oluyorum; çünkü biliyorum ki kalemim tüm çocuksuluklarımı, yanlışlarımı, doğrularımı, “ne yanlış ne doğru”larımı bilincimin beceremeyeceği bir doğallık ve dobralıkla yansıtmayı başarıyor; çünkü biliyorum ki kalemim ve kalemimin ruhunu oluşturan imgelemim hep benden bir adım önde—daha olgun ama daha uçuk ve—kuşkusuz—daha cüretkar…
İşte şimdi bloguma dönüp baktığımda, çocukluk yazılarımdan beslenen bir kalem ve onun üç yıllık gelişim sürecini gözlemleyebiliyorum. “İlk yazım”a bakıp kullandığım dilden biçemime dek her şeyi acımasızca eleştiriyor, bir önceki yazdığımı daima amatör buluyor ve her “bir sonraki” yazımda kalemimi daha da büyümüş görüp onunla gurur duyuyorum. “Hakkımda” sayfasını ne çok kez değiştirdiğime bakıp gülüyor, ismim ve doğum tarihim dışında her bir sözcüğün illaki değiştiğini görüp şaşkınlığa uğruyorum: “Hakkımda”ki her şey değişirken bir benlik oluşturuvermişim kendime, ne garip… Sonra blogumun istatistiklerine bakıyorum: Kaç kişi girmiş, hangi sayfalar beğenilmiş, her bir okur hangi sayfaya bakarken kaç saniye geçirmiş… Hepsini takıntılı bir özenle tek tek inceliyor, bu nesnel verilerden elde ettiğim öznel çıkarımlarımla kendimi ve kalemimi ilerletmek adına çabalıyorum ve yazıyorum ve sonra bir daha yazıyorum—kalemim de ruhum da doyana dek (hoş, hiç doyacak mıyız, doymalı mıyız ki?).
Ardından yorumları okuyorum; takdirler, teşekkürler, tebrikler… Okurlarıma minnet duyuyorum, yalnızca okudukları, okumaya zaman ayırdıkları için. Beğeniyle karşılaşınca hem yüzüm kızarıyor hem de kalemim seviniyor, hevesleniyor. Ama sonra düş kırıklığı yaşıyorum; tek bir olumsuz yorum bile yok. Neden? Her okurun beğendiğini göstermekten çok uzak bir durum bu; tersine, beğenmeyen okurun olumsuz eleştiri yapmaya teşebbüs etmemesi üzüyor beni. Beğeni ve takdir iyidir, hoştur, kalemi heveslendirir; ama olumsuz ve yapıcı eleştiri onu hırslandırır, kısa vadede üzse de uzun vadede kalemi de yazıyı da daima ileriye götürür. Şöyle bir dönüp baktığımda geçmişten bu yana kalemimin dönüm noktalarını, aldığım yapıcı olumsuz eleştirilerin belirlediğini; ilk başta düş kırıklığı yaratan ancak ardında mantıklı bir neden gördüğüm bu yorumların kalemimi bugünkü noktaya getirebilmemdeki en kayda değer etkenlerden olduğunu görebiliyorum. Tabii bu noktada yapıcı sözcüğünü vurgulamak istiyorum; çünkü kalemi ileriye götürme amacından çok uzak duran ve yıkıcı olarak nitelenebilecek yorumları bu ulama dahil etmediğimi söylemeliyim. Nitekim, kanımca nitelikli okur, bir yazıya en az nitelikli yazar kadar bir şeyler katar, katmalıdır da ve tabii bu katkının başını da olumlu ve olumsuz eleştiri çeker. Sanırım bu noktada, okur ve dahası, nitelikli okur arayışında sevgili Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya öyküsünün sonunda söylediği sözü yinelemek gerek:
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Sevde Kaldıroğlu
28.01.13