”Ölü Deniz Mezarlığı” – Öykü Eleştirisi
Aşağıdaki yazı, şu linkten sesli dinleyebileceğiniz ”Ölü Deniz Mezarlığı” öyküsü üzerine bir incelemedir.
İbrahim Karaoğlu’nun “Ölü Deniz Mezarlığı” adlı öyküsü 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olaylarıyla yaşamı değişen bir bireyin bu sebeple kaybettiği bir sevdiğine, Şirozer’e, yönelttiği bir duygu akışı sayılabilir. Her ne kadar değindiği konu siyasi olsa da, öykü bu olayın toplumsal ve hatta bireysel etkilerini yansıtmış, pek çok karşıt duyguya ve pek çok farklı duyuya ağırlık vererek lirik bir yazınsal ürün örneği oluşturmuştur. Dolayısıyla “Ölü Deniz Mezarlığı” yer ve kişi isimleri ile yer yer belirtilen tarihler aracılığıyla bu tarihi olayı fona yerleştirdiğini belirtirken odağına, yiten anılar, özlem, hüzün, mutluluk, sevgi ve korku gibi evrensel temaları oturttuğunu açıkça hissettirmektedir.
Öykü, sırasıyla masum mutluluk, çaresiz korku ve bitmek tükenmek bilmeyen öfke duygularını işleyen üç bölümden oluşmaktadır. Bunların yanı sıra öykünün tümünde içten içe hissedilen derin bir hüzün yer almaktadır. Anlatıcı Şirozer’e seslenişine “eski” sözcüğüyle başlar. Daha ilk sözcükten geçmişi yad edeceğinin ipuçlarını vermektedir aslında. Çocukluk anılarını anımsayışını “belleğimin kuytularındaki ayna” benzetmesiyle anlatmaya başlamış ve öykü boyunca sürekli farklı biçimlerde vurgulayacağı koku duyusunun ilk örneğini vermiştir: “Bir yosun kokusuyla başladı her şey. O nemli koku, belleğimin kuytularındaki aynaların lekelerini boyadı.” Yazar, ürününe sindirdiği koku duyusuyla anıları ve geçmişi bağdaştırmış, bir anlamda bir kokunun geçmişten gelen, unutulmuş ya da unutulmaya çalışılmış bir anı geri getirebilme yetisini öyküsünde başarıyla kullanmıştır. Yosun kokusu çocukluk şehri İzmir’in denizini anımsatmakta, bu şekilde zihninde canlanan anıları ise anlatıcının çocukluğunu birlikte geçirdiği Şirozer’i beraberinde getirmektedir.
Mecazi anlatımın yoğun olduğu giriş bölümünden sonra anlatıcı, “Tersine dönmeye başladı yelkovan” sözleriyle okuru çocukluğuna ve tabii ki Şirozer’le yaşadığı çocukluk anılarına götürür. Öykünün gövdesinin ilk kısmı olan bu bölümde çocukluktan gelen bir masumiyet, saflık ve basit eğlencelerden alınan sonsuz bir haz duygusu öne çıkar. “(…) doyamazdık hayata, sevgiye ve uçarı hayallerle oyun kurmaya.” tümcesinde de anlatıldığı gibi, bu bölümde çocuklukta kurulan uçsuz bucaksız hayallere sık sık değinilmekte, hatta hayallerin gerçekliğin çirkinliğiyle henüz yüzleşmediği o günlere dair bir özlem hissettirilmektedir. Özellikle “Ne geçip giden zamanı, ne de yolları hesaplardık. Gölgelerden bilirdik zamanı.” ve “Leke tutmazdı tenimiz. Çabuk iyileşirdi yaralarımız.” tümcelerinde çocukluğun bir anlamda ilkel, medeniyetle yontulmamış doğal yapısına duyulan özlem iyice belirginleşir. “Her şey, gibiymiş. Aslı çabuk yitermiş her şeyin.” sözlerinde ise özlemin içine gizlenen hüzün ve belki de bugüne dair bir umutsuzluk ile hafif bir pişmanlık sezilmektedir.
Çocukluğun derinliklerine inilirken bu mutlu dönemin geçtiği uzam olan İzmir’e ait öğelere de sıklıkla yer verilmiştir. “Karantina, Susuz Dede Tepesi” gibi yer isimleriyle uzam kesin bir şekilde belirtilirken “sakız ağacı, körfez, koy, balıkçı, imbat, deniz” gibi sözcüklerle bir Ege kıyı kenti olan İzmir tasvir edilmektedir. Özellikle “Sakız tipi evlerdi, gömme giriş kapılı, dar ön cepheli, küçük cumbalı.” betimlemesi pek çok Ege kentinde bulunan, Rum evleri olarak da anılan, Ege’ye özgü yapıları akla getirir ve böylece yer isimleriyle yaratılan gerçeklik ve güvenilirlik duygusunu pekiştirir; nitekim anlatıcının sık sık mecazi bir biçemle aktardığı olayların, gerçekte var olan uzamlarda geçmesi okurun –özellikle de Ege kentleriyle bir geçmişi olan bir okurun– öyküyle bütünleşebilmesine yardımcı olur. Bunun yanı sıra “Şirozer, Domina” gibi Yunan isimleri ile “Yo Era Ninya” gibi Yunanca sözcükler anlatıcının ve çevresinin İzmir’de yaşayan Rumlar olduğunu göstermektedir.
Birlikte geçen çocuklukla birbirine sıkı sıkıya bağlanan anlatıcı ile Şirozer’in ayrılığı öykünün ikinci bölümünde ortaya çıkar. 1955 yılında siyasi nedenlerle ortaya çıkan Türk-Rum gerginliği sonucunda 6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul ve İzmir’de pek çok Rum ve diğer azınlıklar ayaklanan binlerce Türk tarafından öldürülmüş, taciz edilmiş ve maddi ve manevi anlamda büyük zararlara uğratılmıştır. Nitekim bu olaydan zarar gören her insanda olduğu gibi 6-7 eylül olaylarının anlatıcının ruhunda yarattığı derin hasarı öykü boyunca gözlemlemek olanaklıdır. Anlatıcı Şirozer’i yitirdiği 6-7 Eylül olaylarını “O kara Eylül gecelerini; 6-7 Eylül’ü, çarşambayı, perşembeyi…” şeklinde nitelemekte, böylece o günlerde yaşananlara duyduğu öfkeyi dile getirmektedir. “(…) zorbalık yürüyordu sokaklarda. Hoyrat naralar, korkumuzu büyütüyordu durmadan. Herkes birbirine sokulmuştu.” tümcelerinde bu olayların bireylerde yarattığı çaresiz korku ve endişe karşısında insanların birbirlerine kenetlenerek birbirlerinden güç alma gereksinimi vurgulanmıştır. Bu bölümde de, yazarın başarıyla kullandığı “koku” izleği göze çarpar; anlatıcı “o yaşam hırsızlarının kalabalığı” olarak nitelediği, pek çok insanın canını alan isyancılara karşı beslediği öfkeyi “çürümüş balık kokusu” sözleriyle etkili bir şekilde açığa vurmakta, hatta okurun zihninde bu mide bulandırıcı kokuyu canlandırarak öfkesini okura duyumsatmaktadır. “(…) insanın insandan ve hayattan korktuğu anlar” diye anımsanan bu iki günlük zaman dilimi anlatıcının çok sevdiği Şirozer’in intihar etmesine sebep olarak ona yaşamı boyunca yüreğinde taşıyacağı bir kin ve ıstırap bırakmıştır. Bu acı olaydan sonra Şirozer’den geriye kalan tüm mutluluğu “ısırıklarla öldür(en)” anlatıcının yaşamında isyan, öfke, acı ve “güvensiz yalnızlıklar”dan başka hiçbir şey kalmaz.
Öykünün üçüncü bölümünde “Yıllar sonra, dün yeniden geldim bu yaşlı şehire” tümcesi ile anlatıcının İzmir’e –çocukluk şehrine; anılarını bıraktığı şehre– dönmesiyle özleminin ve acısının anılarıyla birlikte canlandığı anlaşılır. Ancak öyküdeki baskın hüzün duygusunu arttıran bir unsur ise bu anılar şehrinin bırakıldığı gibi kalmaması, anlatıcının belleğine kazınan güzelliklerini yitirmiş olmasıdır. “(…)beton yığını apartmanlar yapılmış. Ruhları boşalmış evlerimizin.” gibi sözlerle bu değişime değin düş kırıklığını vurgulayan anlatıcının “içimdeki cehennem” diye ifade ettiği öfkesi büyümüş, ona çocuksu mutluluklarını anımsatan bu mekanın köklü bir değişim geçirmesiyle içinde, doğup büyüdüğü ve bir zamanlar çok tanıdık gelen bu şehre dair bir yabancılık oluşmuştur. Belki de tek tanıdık kalan yere, Şirozer’in mezarına giden anlatıcı içine düştüğü cehennemden çıkmak istercesine ölü sevdiğine sığınır; “Üzerine serilmiş lavantaları okşadım. Kokuları, ruhunun sükuneti gibi doldurdu içimi.” sözlerinde yeniden yer verilen “koku” duyusunun anlatıcıda bu kez hüzün ve kin duygularına karşıt olarak huzur ve “sükunet” uyandırması da –tıpkı öyküyü oluşturan seslenişi doğuran itki gibi– bu sığınma arzusundan doğar. Ancak acı ve öfkeye yabancılığın eklenmesiyle içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulamayan anlatıcı bu sığınmadan da bir çözüm elde edemeyeceğinin farkındadır. Yalnızca içindeki açmazı ölü de olsa en yakın hissettiği ve derin bir özlem duyduğu Şirozer’e anlatma ihtiyacı içindedir.
Öykünün sonunda anlatıcı, “yaşlı bir ressam”ın tuvale resim yapması örneğini vererek yaşamın bir fırça darbesiyle nasıl değişebileceğini belirtmekte, aynı zamanda Şirozer ile kendi yaşamının da 6-7 Eylül olaylarıyla yalnızca iki günde nasıl alt üst olduğuna dikkat çekmektedir; nitekim birinin fiziksel anlamda yaşamı sonlanırken diğerinin yaşamı bir ıstıraba dönüşmüştür. “Zaman en kalın boyalarla geçti üstümüzden…” tümcesinde bu düşünce etkili bir biçimde vurgulanmaktadır. Seslenişini “bana düşen, anılar bahçesinde hüzünlenerek dolaşmaktır” dizeleriyle bitiren anlatıcı yaşamının anlamı kalmadığından anılara tutunmaya devam edeceğini ve hüznünü de öfkesi gibi daima yanında taşıyacağını söylemekte; sözlü seslenişini noktalandırsa da “sessiz çığlı(ğını)” hiç sonlandırmayacağını belirtmektedir.
Sevde Kaldıroğlu
04.11.12