Haziran6
Öykü
Korkunç bir gök gürlemesinin ardından adımlarımı sıklaştırdım. Hızlanan yağmurdan korumak istercesine telaşla elimdeki gazeteyi çantama tıkıştırdım. Kırmızı, eski püskü, 75 O nolu otobüs sokağın kenarından caddeye çıktı. Bu kez yağmur damlalarına uyum sağlayıp ben de tüm gücümle koşmaya başladım. Durağa varmak üzereydim. Ne var ki otobüs durmadı; caddenin sol şeridinden hızla yol almaya devam etti. Sinir bozukluğuyla karışık bir sitemle kendi kendime söylenirken bir çift topuk sesi duydum. Genç bir kız elinde kocaman bir bavulla otobüsün ardından koşuyordu. Ne bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ne de hızla uzaklaşan otobüs onu durdurmaya yetmedi. Ben daha fazla ıslanmamak adına otobüs durağının içine girerken kız, gittikçe yavaşlayan adımlarla biraz daha koştu. Neden sonra otobüsün ileride köşeyi döndüğünü görünce durdu, birkaç saniye bakakaldı kırık umutlarının ardından, sonra arkasını dönüp durağa baktı. İlk defa o zaman gözlerini gördüm. Yüzünü ıslatanın yalnızca yağmur olmadığı, gözlerini çevreleyen kırmızı halkalardan anlaşılıyordu; ağlamıştı, hem de boş kaprislerden, çocukça şımarıklıklardan uzak bir ağlamaydı bu. Beyaz, saf yüzünden süzülen fazlasıyla olgun ve yaşlı gözyaşları minyon tipli, ince cüssesinin kaldıramayacağı kadar ağırdı. Birkaç saniyelik sözsüz iletişimimizden sonra utanmışçasına gözlerini kaçırdı. Hiçbir şey söylemedi, yapmadı da, yalnızca birkaç metre ötemde elinde sımsıkı tuttuğu ağır bavuluyla ıslanarak dikilmeye devam etti; ama her nedense duygusal, ağır bir yükün altında ezildiğini fark ettiğimi anladığı hissine kapıldım. Utanmıştı, belki de zayıflık olarak gördüğü gözyaşlarını, elleriyle sildi; ancak ne gözlerini çevreleyen kırmızı halkaları ne de kaşlarının arasında, gerginlikten oluşan keskin çizgileri silemedi. Neden sonra pes edercesine ani bir kararla –ya da bana öyle geldi– durağın içine girdi, en uzağımdaki köşeye büzülüverdi. Bir an, etrafı incelercesine onun tarafına çevirdim gözlerimi ve bir çift siyah bakışla karşılaşınca irkildim. Az önceki ‘’zayıflığını’’ örtmek istercesine siyah gözlerine yapmacık bir sertlik kondurmuştu; gergin, korumacı bakışları narin, beyaz yüzüne yakışmayacak kadar karaydı. Bu kez gözlerini kaçıran ben oldum; ama utanmaktan değil, bu siyah-beyaz oyun canımı sıkmıştı yalnızca.
Ne kadar olduğunu kestiremediğim, fakat bana çok uzun gelen bir süre boyunca sessizce kaldırımın gri-kırmızı taşlarını inceledim. Ancak sadece gözlerimle yaptım bu eylemi; çünkü aklım, ruhum ve bilincim bir metre ötemde sessizce ağlayan genç kızdaydı. Nedenini soramazdım ona; ne de olsa sert, siyah bakışlarıyla da belirttiği gibi ben tanımadığı, yabancı bir adamdım ve hiçbir eylemde bulunmaksızın ben de her yabancı adam gibi ‘’güvenilmez’’ sıfatına layıktım.
Yağmur dinmişti ama onun gözlerinin yağmuru dinmedi. Yüzüne bakmaya cesaret edememiştim, ama iç çekiş sesinden anlıyordum ağladığını ve düzensiz aralıklarla alıp verdiği nefeslerinden. Bir de duyamadığım sesi vardı: Kim bilir kimlere küfrediyordu içinden ya da hangi duayı mırıldanıyordu ümitsizce? Nerden gelip nereye gidiyordu? Bu gencecik yaşında hangi yaşamın uzatmalarını oynuyor, hangi savaşın gerçeklerinden kaçıyordu? Bunların hiçbiri yanıt bulamayacaktı, biliyordum. Görsel ya da işitsel hiçbir iletişim olmayacaktı aramızda, yalnızca beynimizin çeperleri arasına sıkışan sözsüz yorumlar yapacaktık birbirimiz hakkında: nasıl göründüğümüze dayanan, ön yargı kokan basit yorumlar.
Yağmurun ardından çıkan güneşten güç alarak gözlerimi yerden kaldırmadan hafifçe sağıma baktım. O da benim oturduğum metal sıranın diğer ucuna oturmuştu. Gözlerimi yüzüne yükseltmeden geri çektim bakışlarımı; fakat bu sırada metal sıranın üzerinde parlayan başka bir metal gözüme çarptı. Genç kız sol eliyle oturduğu sırayı kavramıştı, adeta ondan güç alıyordu. Ama dikkatimi çeken bu değildi; sırayı kavrayan elinin yüzük parmağını sarmalayan metal halkaydı. Genç kız üzerine yürüttüğüm düşüncelerim, yüzüğün parlak yüzeyinden yansıyarak tüm sahteliğiyle yüzüme vurmuştu. Yanlış düşünmüştüm; genç kız değildi o, bir kadındı, evli bir kadındı.
Bir anda soğumuş, bir metre ötemden binlerce kilometre uzaklaşmıştım. Ruhsal kaçışımı fark etmem uzun sürmedi, öfkelendim kendime. Onu gördüğüm ilk anda acısını duyumsamam, duygusal yükünü hissetmem bekar bir genç kız olduğu varsayımına dayanan olası bir çıkar ilişkisinin ön ürünü olacak kadar basit ve adi miydi? Ne zaman bu kadar sığ, bu kadar çıkarcı olmuştum?
Kendimi cezalandırmak istercesine hiddetle ayağa kalktım. Aynı anda genç kız –ya da evli kadın mı demeliyim?– bavulunu tuttuğu gibi ayağa fırladı. Neden olduğunu anlayamadığım bu hareketi içimde birkaç umut kıvılcımı yakarken durağa yaklaşmakta olan kırmızı otobüsü fark ettim. Kadının bakışlarını ilk defa tam anlamıyla üzerimde hissettim ve bu kez hiç çekinmeden yüzüne baktım. Ağlamıyordu; bu kez bir saatten daha az bir süre önce zayıf ve çocuksu görünen hatları daha güçlü ve daha kadınsı duruyordu. Yüzünde ne siyah bir bakış ne de umutsuz bir ifade vardı. Suratında ince bir beklenti sezdim –ya da sezmek istedim. Sonra göz ucuyla sol eline baktım ve o metal halkayı çıkarıp yerdeki yağmur gölcüğüne fırlattığını hayal ettim. Sonra bunu hayal etmemiş olmayı diledim. O ise bunlardan habersiz, lütfettiği bakışını üzerimden çekti ve koşar adımlarla uzaklaşarak otobüse bindi. Durağın metal sırasına tekrar oturdum, metalin buz gibi soğuğu içime işledi. Kaldırımın gri-kırmızı taşlarına baktım, genç kızın yüzü geldi gözümün önüne. Bu hayali, yoldaki yağmur gölcüğüne fırlatıp sessiz adımlarla uzaklaştım.
02.05.12