Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

İki Kişilik

Ocak19

‘Pardon, iki kişilik yer ayırtmıştım da’

Hafif çekingen ve tereddütlü yanıtımla birlikte, beyaz gömlekli garsonun sorgulayan ifadesinin yerini nazik bir tebessüm alıyor.

‘Şöyle buyrun hanımefendi’

Nedendir bilmem, ‘hanımefendi’ hitabı halen tuhaf geliyor kulağıma. O ufaktan sinir bozucu ‘küçük hanım’ hitabından, yalnızca ‘hanım’a, üstelik oradan da öte ‘hanımefendi’ye ne ara terfi ettim, belirsiz.

Bize ayrılan masa cam kenarı. Yerinde bir seçim; ne de olsa O gelince, ikimizin de lokma aralarında camdan dışarıya gözlerimizi kaçırmaya, manzaranın güzelliğine dalmış numarası yapıp derin, tedirgin nefeslerimizi camın soğuk buharına yaslamaya oldukça ihtiyacımız olacak. Ya da belki de yalnızca kendi adıma konuşmalıyım. İkinci çoğul şahıs ekini O ve ben için kullanmayalı öyle çok zaman oldu ki belki de bu eke, bu iki yabancılaşmış kişiliğin yeniden sığabileceğini düşünmem bile, komik ve acınası.

Garsonun kibarca çektiği sandalyeye oturur oturmaz içimi inceden bir ürperme kaplıyor. O her zaman rüyalarıma giren sahnelerden biri değil bu. Her şey gerçek, hem de fazlasıyla. Buradayım, bu restoranda, bu iki kişilik masada ve O’nun gelmesi an meselesi. Artık uzakta değilim, aynı şehirdeyim O’nunla. Adresi biliyor, şu an nerede olduğumu, ve fark ediyorum da, bu çok yabancı bir duygu bana, bunca zaman binlerce kilometre uzakta yaşadıktan sonra. Dilimin kuruduğunu hissediyorum, bu gece ona ne çok ihtiyacım olacak oysaki. Ne güzel cümleler, ne ince elenmiş sözcükler tasarladım onun için; ne çok söyleyeceği şey var bu kuru dilin bu gece.

‘Bir bardak su alabilir miyim?’

‘Hemen efendim’

Şu anda şu köşedeki kapıdan girse, ne olur acaba? Nasıl görünür gözüme? Belki kilo almıştır, ya da vermiştir—göbekli midir hala? Saçları eskisi kadar siyah mıdır, yoksa beyazlamış mıdır? Belki dökülüyordur bile, bakarsın azıcık kel bile kalmıştır, kim bilir. Ama yine de yumuşacıktır o incecik saçları. Yine dizime uzansa, ellerimi okşar saçları.

Masaya konan bardağı ancak fark ediyorum. Titreyen ellerimle uzanıp bir yudum alıyorum. Sonra bir yudum daha. Bir bakmışım, bardak boşalmış. İçimdeki ürperme suyun soğuğuyla ikiye katlanıyor. Boş bardağı son bir defa ağzıma götürüyorum; bir bakarsın, belki bir damla daha kalmıştır. Belki yalnızca boş görünüyordur, belki camın saydamlığı aldatıcıdır. Kim bilir nice okyanuslar gizlidir o boşluğun ardında, görünüşe kanmamak lazım. Bardağı ağzıma 90 derece dayayıp öylece kalıyorum bir süre, son damlanın dudaklarıma doğru çizdiği yolu izliyorum. Ve bekliyorum. Umutla, hevesle, açlıkla. Bekliyorum.

‘Başka bir şey arzu eder miydiniz?’

Bardağı bir hışımla masaya bıraktığımda, geldiğimden beri dokunmadığım menü ilişiyor gözüme.

‘Yok, ben aslında birini bekliyorum’

‘Peki öyleyse’

Masayı terk ederken bardağı da götürüveriyor genç çocuk. Bir şey dememe kalmadan soldaki kapıya doğru ilerliyor.

İçimdeki ürpermeye karşın bir anda bir ateş basıyor, öyle ki tenim buharlaşıyor sanki. Halen çıkarmamış olduğum kalın kırmızı paltomun düğmelerini hızla açıyor, paltoyu vücudumdan sıyırıp sandalyeme giydiriyorum. Zaten düzgün olan, annemin özenle ütülediği açık pembe kazağımı gereksiz bir çabayla kenarlarından çekiştirerek düzeltip iyice ısınmış olan sandalyeye bir daha oturuyorum. Kazağım oldukça sade, yakası boğazıma kadar geliyor, kollarıysa bileklerime. O’nun bana eski günlerde aldığı kazaklardan, yalnız birkaç beden büyük bu kez. Modaya çok uygun olmasa da kullanışlı, sıcak tutuyor. Kaşmir, desensiz, dekoltesiz. Kadınsı değil, düzgün. Bu akşama uygun. Önemli olan bu.

Önümde uzanan menüye ilişiyor ellerim. Şöyle bir kaldırıp listelenen yiyeceklere bakıyorum. Ama boşuna. Şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, menüye çok bakmaz O, ne alacağını bilir. Her zamankinden. Listeye bir iki göz gezdirse bile, kahvaltı için değilse, çorba tarafına çok gitmez gözü. Ama ana yemek ne kadar büyük olursa olsun, zeytinyağlılarda yaprak sarma varsa, onu mutlaka ısmarlar. Sarmayı ne çok sever; bir keresinde bir dostum yaprak sararken O’na da bir kase ayırıvermişti, gözleri dolmuştu garibimin. Ben ona hiç oturup yaprak sarmadım. Öyle işlere gelemem ben, bayar beni, sıkılırım. Şimdi olsa, şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, yeter ki şu kapıdan girse ve karşıma otursa, işte o zaman saatlerce sarma sarabilirim O’na, bıkmadan, usanmadan, şikayetlenmeden. Yeter ki—

‘Kuru fasulyemiz çok ünlüdür, isterseniz’

Dar beyaz gömlekli delikanlıya dönüp ‘Teşekkürler’ diyorum, yüzüme iki beden büyük gelen, kendini beğenmişliğe vuran bir öz güvenle, ‘Biraz daha bekleyeceğim.’

Genç çocuk yanımdan ayrılır ayrılmaz yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Bu gereksiz gerginliğin sebebi ne? Kendine gel, kızım. Elin garsonuna tavır yapmanın bir anlamı yok.

Paltomun cebine uzanıp telefonumu çıkarıyor, masanın üzerine bırakıyorum. Bir dokunuşla tertemiz deniz manzarası aydınlanıveriyor. 18:16. Sayılar önemsiz. O hep geç kalır zaten, adeti budur. Bizim evin önünden her alışında az mı bekletti beni. Bir keresinde otobüs garında üç saat beklemiştim, aç ve oruçlu, bir Ramazan sabahı. O’nun da suçu değil tabii, şarjım bitmişti benim, haberi yoktu yani saatlerce yanımda dikilenlerin sigara dumanını avuç avuç yediğimden—orucumu da istifimi de bozmaksızın.

18:17. Tam 17 dakika. Ama doğru ya, sayılar önemsizdi. 17 önemsiz, tıpkı az sonra 18’in önemsiz olacağı gibi. Ve 19’un. 19 yaş da önemsiz, bakmışsın hemen 20 oluveriyor; bir de bakmışsın, bir koca yaş O’nsuz geçiveriyor. 21 de önemsiz mesela, 21 Şubat da. Bak, 18:22 oluvermiş bile, anlamamışsın. Ya da 23. 23 Aralık. Hepsi numara bunların, hepsi anlamsız.

‘… Usta’nın Dünyaca Ünlü Kuru Fasulyesi’

Menünün üzerine büyük harflerle işlenmiş bu sözcükler. Dünyaca ünlü mü bilinmez ama pek lezzetlidir bilirim. İlk O’nunlayken tatmıştım bu şeker fasulyesini. Ta İspir’den getiriyorlarmış bunu, lezzetinin sırrı da tereyağında pişirilmesindeymiş. Sonra pek çok kez geldik buraya O’nunla. O, menüye bile bakmaz, kuru fasulyeyi hemen ısmarlardı. Ben yanına tereyağlı pirinç pilavı alırdım. O ise ne kadar canı çekse de şekerine dikkat eder, bulgur pilavı söylerdi. Sonra da benim tabağıma uzanır, çok sevdiği pirinçten birkaç kaşık çalardı. Arada bunu şakaya vurur, görmeyeyim diye tabağıma gizliden yanaşır gibi yapardı. Göz göze gelir, gülüşürdük. Gülünce gözleri kısılırdı. Gerilen kirli sakallı yanaklarının ortasında beyaz porselen dişleri görünürdü. Tek tek incelediğinde yüzünün hiçbir yeri benzemese de güldüğündeki bakışı tuhaf bir şekilde beni andırırdı. Gamzelerim ona çekmiş, öyle derlerdi. Bu yorum, beni hep rahatsız ederdi; kan bağı da olsa bir erkeğe benzetilmeyi tuhaf bulurdum. Şimdi düşünüyorum da, gülüşümü hiç bu kadar sevmemiştim, gamzelerimi de.

Parmaklarımın sıkıca kavradığı menüyü beyaz masa örtüsünün üzerine geri bırakıyorum. Sonra o müzik çalmaya başlıyor. Beynimin çeperlerine hapsolmuş o müzik. Concierto de Aranjuez por Rodrigo. Küçüktüm bayağı, araba sürüyordu O, bense arka koltuktaydım. Bu klasik müzik konçertosunu çalmıştı arabanın teybinde. Sonra bir daha çaldı. Sonra bir daha. Sevdim, dedim O’na. Sevmiştim, fakat O hiç bilmedi ötesini; O’nunla ilgili tüm hüzünlerimi, Rodrigo’nun gitarının o ince titreşimleri arasına gizlediğimi. Çok, çok uzun süre, O hiç bilmedi. Çünkü söylemedim. Söylemedim ve O vardı. Sonra bir gün, söyleyiverdim. O yok oldu. Ve 18:36’da, O halen yoktu.

‘Müessesemizin ikramı efendim’

Beyaz kollu bir el önüme ince belli bardakta bir çay koyuveriyor. Müziğin gölgesinde teşekkür sözcükleri kuru dudaklarımın iç çeperine saklanmış; hiçbir şey diyemiyorum. Fakat ölesiye merak ediyorum; garson çocuk da duyuyor mu bu müziği? Yoksa onun dünyası sessiz mi, belki daha huzurlu, daha az fırtınalı? Ya da belki de onun, suratına bakan boş sandalyeler olmamıştır hiç, ya da umarsızca ilerleyen sayıları, günleri, ayları, yılları. Belki onun içtiği çaylar hiç böyle yalnız kalmamıştır; ince belli, tavşan kanlı, dumanı tüten, fakat bir başına.

Elim ister istemez telefona uzanıyor. Bu kez mavi deniz manzarasını hızla yok ediyor, yeşil konuşma baloncuğuna tıklıyorum. İletildi sözcüğünü arıyor gözlerim, fakat bulamıyor. Okundu yazıyor yalnızca. Ve yanında birkaç sayı. Sayılar önemsiz. 7 önemsiz bir sayı mesela, 7 saat de öyle. Okundu. Bu yeterli.

Bardağı ince belinden tutup avuçlarımın arasına alıyorum. Müzik uzaklaşıyor yavaş yavaş. Kulaklarımı ufaktan bir uğultu kaplıyor. Çayın kaynar dokusu ellerimi yakıyor. Parmaklarımı kıpırdatmıyorum. Görüşüm bulanıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Bardağın ateşten duvarına yapışmış ellerim, acıyor inceden. Parmaklarım acıyor. Canım acıyor. Susuyorum. Dinliyorum, uzaklaşan müziği ve kulaklarımı karıncalandıran uğultuyu. Neden sonra müzik diniyor. Uğultu yok oluyor. Ne ara açıldığını bilmediğim pencereden birkaç korna sesi çalınıyor kulağıma. Soğumuş dolu çay bardağını bırakıp ayağa kalkıyor, paltomu koluma alarak çıkış kapısına ilerliyorum.

Sevde Kaldıroğlu
17 Ocak 2016, Pazar

Yeri: Deneme, Edebiyat, Öykü | İki Kişilik için yorumlar kapalı

Felaket Tellali

Temmuz28

“Kastamonu’nun bir köyünde bir çiftçiye ayı saldırmış, adam ölmüş!’

Annem bu sözleriyle şenlendiriyor sahur soframızı, “akıllı” telefonunun ekranından gözünü ayırmadan. “Ee peki” diyorum, “n’apayım?” Bunun üzerine duyarsızlıkla suçluyor beni annem. Benim, diyor, annem babam Kastamonu’da, endişelenmeyeyim mi?

Peki ama anneciğim, sen şimdi bana her zamanki gibi felaket haberini yetiştirdin de ne oldu? Huyum kurusun, annemin bu sözünün üstüne işi cıvıklığa döküyorum iyice.

“E iyi o zaman ben hemen bir dilekçe yazayım, Kastamonu Belediyesi ayılarına sahip çıksın. Olmadı, çiftçilere sahip çıksın. Hatta olmadı, dağ köylerinde ayı tehlikesinden dolayı yerleşim yasağı koysun.” Annem ters ters bakıyor; her zamanki gibi sarkastik yorumlarım hoşuna gitmedi. Gözlerini deviriyor bana.

“Ya da” diyorum, daha mantıklı bir şey söyleyecek gibi, “anneannemleri arayayım, köyden dönsünler, bir daha da gitmesinler.” Annem de tıpkı benim bu sözleri söyler söylemez fark ettiğim gibi dilekçe fikrinin buna kıyasla daha gerçekleştirilebilir olduğunu anlıyor ve devirdiği gözlerine ek olarak bir çizgi halinde kıstığı dudaklarıyla fikrini açıkça belli ediyor.

Ben de sonunda alaycılığı kenara bırakıp ani itirazımın nedenini açıklıyorum. Şimdi ben bu kötü haberi öğrendim de ne oldu? Buna bir çözüm getiremeyeceğim apaçık belliyken bir de bu çözümsüzlüğü fark etmemin üzerine ölen adamcağıza bir fatiha üç kulhüvallah mı okusam, yoksa üzerime çöken bu olumsuz haberin olumsuz enerjisinden kurtulmaya mı çalışsam ya da aklımda beliren, ayının masum, ufak tefek köylü bir adama saldırması görüntüsü eşliğinde duygusal destek amaçlı hafiften abandığım tahin helvayı rahat mı bıraksam, bilemiyorum.

“Olumsuz enerji” diyorum en sonunda. “Felaket tellali gibi olumsuz enerji yayıyor işte bu kötü haberler.” Annem, “ne duyarsızsın ya!” anlamına geldiğini adım gibi bildiğim bakışlarının eşliğinde “peki” diyor yalnızca.

Ve ezan okunuyor. Hadi bakalım, ayı derken, çiftçi derken, su içemeden sahuru da geçirdik, iyi mi?

27.07.14

Yeri: Deneme, Edebiyat, Öykü | Felaket Tellali için yorumlar kapalı

En çok okunanlar ve beğenilenler

Şubat25

Evet, Sevde’nin Günlüğü 5.yaşından gün alıyor. Ne ilginç, daha dün gibi geliyor bu blogu açtığım gün—yani 1 Şubat 2010. Yüreği pır pır atan bir lise birinci sınıf öğrencisiydim o zaman. Bugünlere Sevde’nin Günlüğü ile gelmek nasipmiş. Çok şükür diyorum, halen yüreğim pır pır atıyor. Hatta yazdıkça çizdikçe daha bir heyecanla atıyor gibi geliyor bana. Kalemimin de zihnimin de içi doldukça; yeni dünyalar, yeni insanlar keşfettikçe coşkum da artıyor. Ne diyelim, çok şükür…

Bu noktada, lafı uzatmadan, blogumun istatistiklerini özenle inceledikten sonra ortaya çıkardığım listeleri sunmak istiyorum size. Kendimce bu beş yıl içinde yazdığım yazılar arasından en çok beğenilenleri* ve en çok okunanları listeledim. Ortaya ilginç sonuçlar çıktı açıkçası. Nitekim bana en beğendiğim yazılarımı sorsanız benim yapacağım liste muhtemelen çok farklı olurdu. Ama tabii ki takdir okurun. Sevde’nin Günlüğü’nü bugünlere getirmemi sağlayan tüm okurlarıma teşekkürlerimi sunarak sizleri listelerle baş başa bırakıyorum.

Sevde’nin Günlüğü
en çok beğenilenler –genel

1. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
2. Gün Batarken
3. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
4. Kadınım
5. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
6. Ankara Yolculuğu
7. Gereği düşünüldü!
8. Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü
9. İstanbul’da Bir Yalnız
10. Defter
11. Mekanik
12. The Twilight Saga/Alacakaranlık Efsanesi
13. Bir Bardak Siyah Çay
14. Korku
15. Maske

en çok beğenilenler –şiir

1. Gün Batarken
2. Kadınım
3. Gereği düşünüldü!
4. İstanbul’da Bir Yalnız
5. Defter
6. Mekanik
7. Bir Bardak Siyah Çay
8. Korku
9. Bir Pembe Düş
10. Bir Rüzgar Çıksa

en çok beğenilenler –düzyazı

1. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
2. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
3. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
4. Ankara Yolculuğu
5. Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü
6. The Twilight Saga/Alacakaranlık Efsanesi
7. Maske
8. Kabin
9. Şiirimin Hikayesi – Bir Rüzgar Çıksa
10. Gri-Kırmızı Kaldırım Taşları

en çok okunanlar

1. Ayvalık’ta nereye gidilir, ne yenir, ne içilir?
2. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
3. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
4. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
5. Therese Raquin ve Natüralizm

*En çok beğenilenler, yazıların altında bulunan “Beğendim :)” ikonuna tıklanma sayısına bakılarak hesaplanmıştır.

Maske

Ağustos28

İçim içime sığmıyor.
Tenime sığamıyorum.
Yüzüm yırtılacak sanki—Gerginlikten mi, sahtelikten mi?
Dilimi ısırıyorum.
Bana bakıyor—ısırıyorum.
Gözlerime değercesine bakıyor—daha fena ısırıyorum; kanarcasına, kanatırcasına—bakışlarının sıcaklığını çekti üzerimden—ve yutkunuyorum bir damla kana bulanmış sessiz sözcüklerimi. Midemin kızgın denizine değiyor sözcükler ve suskunluğun öfkeyle dansı başlıyor gövdemin dehlizlerinde.

Uyan! Uyan iradesizlik benlik! Uyan güçsüzlüğüm!
Yarına değil, bugüne değil, düne uyan!
Geceye uyan; uyan, rüyaya uyan!

25.11.12

Zeytin Dalı

Nisan16

Öykü

Tabağın pembe kenarlarını özenle inceliyorum. Parlak bir boyayla boyanmış, ama pek kaliteli olmadığı belli. Zira kenarındaki beyaz girinti, ufak bir çarpmayla meydana gelmişe benziyor. Çatalımla erişte parçalarını—tabağın porselen yüzüne vura vura, pürüzsüz yüzeyi gıcırdata gıcırdata—avlamaya çalışırken yavaş yavaş tabağın ortasındaki resmi fark etmeye başlıyorum. Önce bir siyahlık görünüyor, sonra siyah yuvarlaklar. Bir zeytin dalı; üstelik yaprakları da var. Ben erişteleri yakaladıkça daha da beliriyor resim: İşte siyah zeytinlerle bezenmiş, birkaç yapraklı bir dal. Ağacından koparılmış, belli. Tek kalmış; kala kala bir avuç kalmış. O da gördü mü acaba? Tabağa ablak ablak bakındığımı gördüyse kesin içinden alay etmiştir benimle. ‘’Ne aptalca!’’ demiştir, o gün dediği gibi.

Tabaktan gözlerimi kaldırmıyorum, ama yalnızca kaydırıyorum, ona doğru, onun tabağına doğru. Yeşil onun tabağı; benimkinden farklı. Epey farklı hem de. Onun tabağının kırığı yok en başta. Ortasında ne desen olduğunu ise göremiyorum; tabağın ortasındaki bir avuç erişteye dokunmamış bile çünkü. Çatalıyla oynuyor. Elleri tedirgin—ya da uyduruyor muyum? İştahı mı yok acaba? Geçende de yoktu; hastaydı o zaman, epey üşütmüştü. Şimdi… Şimdi de hasta mı? Yüzüne baksam? Bakamam! Gözlerine değemem, tıpkı günlerdir ellerine değemediğim gibi. Göze alamam bunu; göz bebeklerine dalıp yitik umutlar hayal etmeyi ya da gözünün akında dal dal ayrılan kırmızı kılcal damarların her birinde başka bir anlam aramayı.

Ufak bir gürültü: Çatalı yere düşmüş. Göremedim; çatalı tuttuğu elini yanağıyla aynı hizada tutmuş olmalı, her zamanki gibi, dirseği de masanın üstündeydi muhtemelen, çatalı düşürmeden önce. Bir eliyle masayı kavrayıp eğiliyor yere. Bir süre yerinde kıpraştığını görüyorum, sonra masanın altından tıslarcasına bir ses geliyor: Bir altıncı sınıf çocuğunun saatte on beş kez söyleyebileceği türden, ancak on iki yaşlık bir ömrün kaldırabileceğinden çok daha büyük bir yorgunluk ve tükenmişlikle, bir küfür fırlatıyor. Donup kalıyorum; küfretmez ki o! En son vapurla Ada’ya geçerken fırtınada kaldığımızda bir küfür kaçıvermişti ağzından (yaramaz bir çocuk gibi fırlamıştı dudaklarının arasından; fırlamıştı, fırlatılmamıştı). Tabii bir de yüreğime yeni yeni değdiği zamanlardı, bundan haberi yoktu henüz. Tepegözün kumandasını binbir parçaya ayırıp tamir edeceğini iddia etmişti. Sonra da beceremeyince ve rezil olacağını anlayınca söyleyivermişti: Ha…! Küfürbazın teki sanmıştım onu, ne kaprisliydim o zamanlar. Şimdi, şimdi değiştim mi?

Halen aranıyor, çatal çok uzağına düşmüş olmalı; hoş, yakınına düşse de ne yazar, ben iki tabak, bir tuzluk ötesindeyken ona bu kadar uzak düşüyorsam… Göz ucuyla sandalyemin sol tarafına bakıyorum; bu tarafa, benim sandalyemin ayağına düşmüş çatal. Erişmek için çırpınıyor; tereddüt ediyorum bir an: Uzatsam mı? Ben ona erişmek için çırpınırken o bana uzandı mı? Ne komik sorular; ne zaman karşılık bekler olduk? Karşılıksız demedik mi; karşılıksız ve beklentisiz, yalnızca sevmek adına sevmek, yalnızca sen ‘’sen’’sin, ben de ‘’ben’’im diye sevmek?

Sandalyemin ayağına eğilip alıyorum çatalı. Döşemenin üstünde aranan el birden duruyor, olduğu yere sabitleniveriyor. Eline bakıyorum. Ellere bakmak, yüze bakmak kadar acıtmaz çoğu zaman. Eller ketumdur; ağlamaz, gülmezler; konuşmaz, susmazlar. Mimikleri yoktur ellerin, ya da akıtmayı (acıtmayı) düşündükleri duygular, anılar. Yüzük parmağındaki şişliği fark ediyorum: ilk konuşmamıza vesile olan küçücük ayrıntı. Kalemi sımsıkı tutuyordu, yüzük ile orta parmağının arasında. Benim gibi, kalemi bu denli garip tutanına, üstelik yalnız parmaklarıyla değil, tüm eliyle kucaklayanına ilk kez denk gelmiştim. O, karakalemi yüzük parmağına dayadıkça o küçük şişlik parmağında yer ediyor, ona doğum lekesi gibi ayırt edici bir özellik, kalem aşkından bir parça iz bırakıyordu.

Sonra parmağın köküne kayıyor gözüm. Orayı gümüş bir çemberin sarmaladığı günler geliyor gözümün önüne; şu çelik çatalın yüzeyinden parlayan ışığın hem o yüzükten hem de o siyah gözlerden ışıdığı parlak ve aydınlık günler… Çelik çatal kararır mı, ya gümüş yüzük? Sahteyse kararır. Peki ya aşk? O neden karardı, o da mı sahte?

Çatalı uzatıyorum. Tedirgin el tutuyor onu. Eli elime değmiyor, ellerimiz yanlışlıkla üst üste gelmiyor; o romantik aşk filmlerinin vaat ettiği hiçbir şey, ‘’hiçbir’’ tesadüf gerçekleşmiyor. Yalnızca, çatalın metal dokusundan daha keskin, daha sert bir soğuklukla çekiyor elini ve doğruluyor. Boğazım düğümleniyor. Ben de doğruluyorum. Gözlerim yanıyor. Olmaz! Tut kendini. Şimdi sırası değil, Sulugöz, şimdi hiç sırası değil. Kas kendini, iliklerine kadar; yüz kaslarını sık, ‘’Poker surat’’, unuttun mu? Sen yeter ki, yeter ki ne hissettiğini belli etme, yeter ki ‘’zayıf’’ görünme, olur mu? Peki ya kasamazsam? Kasamazsan, kaç!

Titrek ellerle tutuyorum zeytin dallı tabağımı. O, ayağa kalkıp yere düşen çatalını mutfağa götürüyor. Tabağı kavrayan parmaklarımı daha da sıkıyor, bekliyorum. Siyah zeytinlerin üstünde eriştenin yağı parlıyor, birkaç erişte parçası tabağın duvarlarına yapışmış. Tabağın zayıf bünyesinden güç almak istercesine daha sıkı, daha sıkı tutunuyorum. Düz duvarı tırmalarcasına, boşuna, sıkıyorum tabağı; tabak kırılmıyor, ortadaki zeytin dalında ise en ufak bir çatlak yok. Bizim zeytin dalımız çoktan bin parça oldu, zeytinler de bu erişte parçaları gibi dört bir yana dağıldı: Bu niye halen duruyor, niye benimle alay edercesine yağlı yüzeyin altından sırıtıyor?

Sandalyeyi çekip oturuyor ve yeni çatalını çirkin bir vurdumduymazlıkla bırakıveriyor masanın ahşap yüzeyine. Alaycı tabağımı kaldırıp ayağa fırlıyorum. Tırnaklarım çığlıklarla, haykırışlarla tırmalıyor tabağı. Ellerim titriyor; çok fena, zangır zangır titriyor. Ve zeytin dalı kayıp düşüyor elimden.

‘’Ha…!’’

İlk defa—belki günlerdir ilk defa—yüzüme bakıyor: çatalı tutan eli havada donmuş, ağzı yarı açık, gözleri şaşkın. Onu şaşırtan, ne titreyen ellerim ne de düşen tabak; yalnızca birkaç saniye önce ağzımdan öfkeyle fırlayan iki parça sözcük, tabağın düşmesine değil ama, o çirkin, alaycı zeytin dalının halen kırılmamasına, tek parça halinde yattığı yerden bana sırıtmasına tepki olarak fırlattığım iki kanatlı küfür.

Gözlerine bakıyorum, bu kez korkusuzca. Ellerim de titremiyor artık. O iki sözcük dudaklarımı yırtıp fırlarken boğazımdaki düğümü de bedenimin her yanını buran tüm düğümlerle birlikte koparmış, parçalamış sanki. Gözlerini kaçırmıyor, az sonra şaşkınlık terk ediyor yüzünü ve yerini yeni bir ifade alıyor; çok eskilerden bir şeyi anımsarcasına hatırladığım, iç ısıtan, içten bir ifade. Ve o sıcak bakışın ardında belki de yalnızca—onu çok iyi tanıyan birinin—benim fark edebileceğim bir ifade yatıyor: dudağının kenarının neredeyse 22,5 derece kıvrılmasını sağlayan, çok inceden muzip bir sırıtış. Benim de dudaklarımın kıvrıldığını hissediyorum, çömelip yere düşen tabağı elime alıyorum. Ve sonra göz ucuyla, çatalımı bana uzatan eli görüyorum.

Ah be zeytin dalı, sırıttın, sırıttın da, yine kırılmadın!

Sevde Kaldıroğlu
6 Şubat 2013
İstanbul

Kabin

Aralık4

Kadın şeklinin altındaki o iki harfi görür görmez hızla içeri attım kendimi. Boş kabinlerden birine girip kapıyı sıkıca kapadım. Başka bir kapının açıldığını duydum; içeri birileri girmişti. Mızmız bir çocuğunkini andıran bir ağlama sesi ilişti kulağıma; aynı anda kadının çirkin sesi yankılandı tuvaletin koridorunda:

– Kaçıncı ayağıma basışın, ha, kaçıncı?

Yanıt beklemeyen, yalnızca iğrenme ve hiddet duygularını aktarma işlevi gören bu soruya herhangi bir cevap alamayan kadın daha da öfkeyle bir daha bağırdı:

– Gir şuraya, gir! Yap çişini hemen!

Yanımdaki kabinin kapısının açıldığını, çocuğun hıçkırıklarına karışan o sinir bozucu gıcırtıdan; bir de aradaki alt boşluktan benim tarafıma düşen gölgenin deviniminden anlamıştım. Kapının çarptığını duydum; başka bir çarpma sesi daha yükseldi ve ardından çocuğun boğulurcasına hıçkırıkları. Oturduğum yerde titredim, kalbim hızlandı; soğuk soğuk terlerken çığlık atmak istedim ya da orada hiç bulunmamış, bunları hiç duymamış olmak istedim. Görünmez olup koşmak ve alabildiğine kaçmak istedim. Ama gözlerimi yumup açtığım o anda yine o iğrenç gri kabin duvarlarını ve kirli fayansları gördüm. Sonra o yırtılası ses devam etti:

– Etsene lan, etsene!

Ve ardından bir daha vurdu –Kırılsaydı elleri. Öfkeyle vurdu –Tuvaletin bir avuç suyunda boğuluverseydi. Tüm gücüyle, kendi zayıflığını ve kendi çirkinliğini bulaştırmak istercesine vurdu.

Ayağa kalktım. Tüm hiddetimle ve şiddetle çektim sifonu. Kapıyı sertçe açıp dehşet içinde çıktım kabinden ve onu gördüm; o çirkin yaratığı. Yan kabinin önünde vahşi gözlerle etrafına bakınarak bekliyordu. O anda çocuk ağlayarak kabinden çıktı. Yuvarlak camlı siyah gözlüklerinin ardındaki saf gözleri ağlamaktan şişmişti. Teninin her zerresinden akan korku, küçük bedenine ağır geliyordu. Al yanaklarına baktım. Tokattan, dayaktan değil; parkta koşturmaktan, gülmekten ya da yalnızca çocuk olmaktan kızarmalıydı o yanaklar. Şiddetin büyüdüğü yanaklarında gamzeler yeşermeliydi.

Köşeye büzülüp kalmıştı çocuk; belki ‘’anne’’, belki ‘’anneanne’’, belki de o çirkinliğe hiç yakışmayan bir başka sözle hitap ettiği insanımsı varlığın karşısında. Ona çevirdim gözlerimi; çocuğun masumiyetinin yanında eğreti kalan, o boğulası varlığa. O da bana döndüğünde, işitsel olarak olduğu kadar görsel olarak da kazındı belleğime. Acımasız siyah gözlerinde sevgiden ya da şefkatten eser yoktu. Acıyla, nefretle baktım; acıtmak istedim, canını yakmak istedim, onun yaktığı gibi. Bağırıp çağırmak, ‘’Ellerin kırılsın!’’ diye haykırmak istedim.

Yapmadım; hiçbir şey yapmadım. Nefret dolu bakışlarımı son bir kez yüzüne fırlatıp arkamı döndüm. Tuvalet kalabalıktı, ama ne köşede büzülen çocuğa bakan vardı, ne de onun başına dikilen zebani kılıklı ‘’insan’’oğluna. Aceleyle elime sabun sıktım. Ellerimin yansımasını görürken aynadan, gözlerimi beyaz fayanslardan kaldırmadım; korkaklığımla yüzleşmeye cesaretim yoktu, bunu iyi biliyordum.

Lavabonun serin sularında duruladım ellerimi. Sonra bir daha sıktım sabunu; bu kez çiteleye çiteleye, gördüklerimi de duyduklarımı da tenimden kazırcasına, şiddetle ve öfkeyle ve hırsla yıkadım ellerimi. Ama lavabonun siyah deliklerinden akan su, ne gördüklerimi götürdü, ne de işittiklerimi. Yıkadıkça kirlendi ellerim; ıslandı, ağırlaştı. Titrek parmaklarla çevirirken musluğu, bir anlık gafletle yansımama ilişince gözlerim, o çirkin suratı karşımda görüp korkuyla irkildim. Sonra aynadaki yabancıyı orada bırakıp kamburlaşan sırtıma belleğimi yüklendim ve ağırlaşan ayaklarımı sürükleyerek uzaklaştım.

————————————————

Ne yazık ki kurgu değil bu, en ince ayrıntısına kadar bire bir bu şekilde tanık olduğum bir olay. Ancak ülkemizde çocuklara uygulanan şiddeti düşünürsek, bu olayın, belki de en hafif örneklerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın aklına tek bir soru geliyor: Bu çocukları kim koruyor?

Bugüne dek kim korudu ki bundan sonra kim koruyacak, değil mi?

Sevde Kaldıroğlu

01.12.12

Eğreti

Eylül1

Öykü

‘’Hangisini seçsem?’’ diye mırıldandım kendi kendime, çocukluk fotoğraflarımı incelerken. Kırmızı mantom, kâküllü saçlarım ve rengârenk tokalarımın parladığı bir fotoğraf geçti elime. Yıllar sonra lise yıllığımın sayfalarında bu kareyi gördüğümü düşledim bir an. Küçük kız çocuğunun siyah gözleri o renk cümbüşünün içinde dahi parıldıyor, elinden tuttuğu dedesinin yaşlı bakışlarının bile solduramadığı bu kareye tuhaf bir neşe katıyordu. İstemsizce gülümsedim. Sonra –belki de yine istemsizce– yavaşça yukarı kalktı gözlerim ve önümdeki parlak zemine yansıyan yüzüme baktım. Suratımın sıradan ayrıntılarında o küçük kız çocuğunu ararken buldum kendimi. Yapmacık gülümsedim bu kez; yalnızca çocuksu bir mutlulukla yaşamlar dolusu gülücüğü şu avuç kadar surata sığdırabilen bu kız çocuğu kadar içten gülümsemeyi, hâlen (yapmacık da olsa) becerebiliyor muyum, merak etmiştim. Yansımamı görmeden yanıtı biliyordum; fakat beni yanıltan tek şey sahte gülüşümde bile ortaya çıkabilen gamzelerimdi. Kız çocuğuna baktım, onaylarcasına tombul yanaklarındaki çukurları gösterdi bana. Karşımdaki genç kıza yönelttim bakışlarımı; fotoğrafı elime aldığımdan beri belki de ilk kez hâlen ‘’kendim’’ olduğumu hissettim, bu kez yüzüme yayılan gülümseme hem genç kızın hem de kız çocuğunun içini ısıtmaya yetti.

Kız çocuğunu, farklı yıllara ait diğer tüm kız çocukları gibi kırmızı fotoğraf albümünün sayfalarına terk ettikten sonra ‘’daha güzel’’ fotoğraflar bulmak, belki de o çukur yanaklı gülüşü farklı zeminlerde ve farklı boyutlarda yeniden görmek üzere ayağa kalktım. Yatağımın bazasını kaldırdım, paslanmış demirin sürtünmesiyle çıkan o iç gıcıklayıcı çirkin ses kulağımda çınladı; aynı anda ağır bir küf kokusu sardı etrafımı. Ses ve kokunun birleşimine yüzümü buruşturarak yavaşça eğildim, eski giysi torbalarının arasından pembe albümüme uzandım. ‘’Eski’’sıfatı buraya ne kadar  yakışıyorsa, ‘’pembe’’ sıfatı da bu küflü mahzende o kadar eğreti duruyordu. Tam albümü alıp kendimi geri çekiyorken tıpkı küf gibi bu mahzenin derinliklerine saklanmış, yeşil bir kitap dikkatimi çekti. Kitabın tozlu yüzeyine dokunup dokunmamakta tereddüt ettim, sonra merakıma yenik düşüp bir çırpıda kavradım kapağını. Fakat pembe albümün aksine onu bu tozlu mahzenden çekip çıkarırken bu yaşlı sandığın temel parçalarından birine el koyuyor, ona ait bir şeyleri çalıyor gibi hissettim.

Bazayı kapatıp yatağın üzerine oturduğumda saf bir heyecan kapladı içimi; eskileri yeni keşfetmenin yarattığı basit ama içten bir coşkuydu bu kuşkusuz. Yeşil, tozlu kapağı aralar aralamaz bu gizemli nesnenin heyecanıma değer olduğunu anlamıştım. Bir albümdü bu; eski bir roman ya da öykü değil, eski bir yaşam gizliydi bu ‘‘kitabın’’ sayfalarında. Siyah beyaz fotoğraflarda ilk başta çok uzak görünen, fakat bir şekilde çok tanıdık gelen simaları görmek, çocukluğumdan beri bana hep büyük görünen aile fertlerimin küçüklüklerine bu karelerde tanık olabilmek oldukça tuhaf ve bir o kadar keyif vericiydi. Daha önce birçok kez gördüğüm kareler de vardı aralarında. Nitekim dedemin bir zamanlar anlattığı gibi eskiden sık sık fotoğraf çekilmezdi; ancak bayramda seyranda ailecek toplanılır, fotoğrafçıya gidilirdi. Fotoğraflarda sıklıkla aynı günün farklı pozlarına rastlamam bundan dolayıydı. Anneannemin nişanından babamın sünnet düğününe kadar pek çok fotoğrafı tek tek incelerken, bu donuk karelerde kıvır kıvır saçları, pileli etekleri ve tavşan dişleriyle gülümseyen kız çocuğu seslendi içeriden:

– Yemek hazır!
– Tamam, geliyorum anne!

Bu siyah beyaz anıları tüm ayrıntılarıyla incelemeden onlardan bir saniyeliğine bile ayrılmak istemiyordum. Sanki arkamı döndüğümde gizlendikleri tozlu mahzene geri dönecekler, yaşamımda hiç var olmamışlar gibi ortadan kaybolacaklardı. Ancak daha birkaç dakikaya sığmayacak onlarca sayfa, yüzlerce fotoğraf vardı. Gönülsüzce albümü kapattım, yastığımın üzerine bıraktım usulca. O sırada bir kâğıt düştü albümün arasından; belli ki bu tozlu sayfalara sığamamış, benliğini bu dört köşe arasına sığdıramamış bir kareydi bu. Şapkalı ve takım elbiseli üç genç adam ellerinde bastonlarıyla sıralanmıştı. Yüzlerinde ciddi fakat anlaşılmaz bir ifade vardı. Ne suratları tanıdık geliyordu, ne de fotoğrafa ait en ufak bir ayrıntı. İlk başta üçü de birbirinden farksız görünse de şimdi aralarındaki ayrım yavaş yavaş belirginleşiyordu. Aslında aynı şekilde duran, aynı giyimli bu üç adamın bu denli farklı olmasına şaşırmıştım.

Soldakinin ağzında bir sigara vardı. Diğerlerinin genç yüzlerine karşıt olarak onun suratı daha oturaklı ve daha yaşlıydı. Çıkık elmacık kemikleri yüzünün keskin hatlarını iyice ortaya çıkarıyordu. Diğerlerinin ellerinde eğreti duran baston, onun elinde yerini bulmuştu. Tıpkı ağzındaki sigarası ve sıkı sıkıya kavradığı bastonu gibi üzerindeki her bir ayrıntı onun görmüş geçirmiş havasını hissettiriyordu. Kısa yaşamına sığdırdığı hüzünlü anıları ciddi ifadesinin ardına gizleyemeyeceği kadar belirgindi. Hemen yanında duran genç adam, onun olgun görünümüne karşın, toy ve saf bir duruşa sahipti. Üçünün ortasında durduğundan ilk başta en öne çıkan gibi görünse de dalgın gözleri ne denli deneyimsiz ve saf olduğunu ele veriyordu. Üçünün arasında, süs olarak tuttukları bastonlardan güç almaya belki de en çok ihtiyacı olan bu genç delikanlıydı. En arkada duran üçüncü kişinin ise hepsinden anlaşılmaz bir ifadesi vardı. Bir kaşını kaldırmış, sorgular bir tavır edinmişse de bu ciddi suratı elde etmek için kendini fazla zorladığı anlaşılıyordu. Belki de takım elbisesinin ona vermeye yetmediği olgunluğu bu yapmacık, ciddi ifadesiyle kazanmaya çabalıyor; ancak biraz dikkatle bakınca duruşunun ardına gizlediği masumiyeti açıkça ortaya çıkıyordu.

Üç farklı yaşamın üç zayıf bedende sergilendiği bu kare tuhaf bir şekilde merak uyandırıcıydı. Tıpkı arkalarındaki bulanık manzara gibi üzerlerinde eğreti kalan bu güçlü duruşlarına saklanan yaşamları da belirsiz ve anlaşılmazdı. Saf bir heyecan ve belki de umutla yataktan kalkıp içeri gittim.

– Anne, bunlar kim? Tanıyor musun?

Eline aldı fotoğrafı, tıpkı baktığı karedekiler gibi o da anlaşılmaz bir ifade takındı bir süre. Neden sonra gülümser gibi oldu ve biraz daha baktı siyah beyaz kareye.

– Sen tanımazsın. Çok eskilerden bu fotoğraf.

Çocuksu bir inatla yeniden soracaktım

Kim bu ‘’ciddi’’ adamlar anne?
Neden farklı kişiliklerini bu tek tip kıyafetlere ve yapmacık ifadelere sığdırmaya çalışıyorlar?
Hangi rüzgarlar karşısında ayakta kalacaklar bu bastonlarla, hangi fırtınalara meydan okuyacaklar ‘’sağlam’’ duruşlarıyla?
Neden susuyorsun? Cevap versene anne!

ki bakışlarıyla buluştu gözlerim. Soldaki adamın yaşlı, yorgun bakışlarını görür gibi oldum yüzünde. Tavşan dişli küçük kız çocuğunun nasıl bu yorgun yüze dönüşebildiğini düşündüm. Neden sonra çukur yanaklı kız çocuğu geldi aklıma ve ansızın boğazıma sarılan nefesimi tüm soru işaretlerimle birlikte yutkundum. 

1 Temmuz – Eylül 2012 

Fotoğraf: August Sander, ‘’Young Farmers’’, 1914

« Older Entries