Haziran29
Charlotte Bronte’nin 19. yüzyıl İngiltere’sinde kaleme aldığı Jane Eyre romanında, aynı isimdeki ana karakterin çocukluğundan yetişkinliğe dek süren yaşam kesiti boyunca karşılaştığı kişilere ve olaylara karşı verdiği kişisel özgürlük mücadelesi gözler önüne serilmektedir. Küçük yaşından itibaren zorlu koşullarla yüzleşen Jane, içinde bulunduğu toplumun kuralları, kendi duyguları gibi pek çok farklı etmene karşı özgürlük ilkesi uğruna savaşmış; Viktorya toplumunun cinsiyete, ekonomik duruma ve sınıfa dayalı kalıplarını bu ilke uğruna yok saymış, hatta bir anlamda yıkmıştır.
Öncelikle kişisel özgürlük kavramının Jane’in kişiliğinde nasıl ve neden ortaya çıktığı irdelenmelidir. Romanda henüz sekiz yaşındayken tanıdığımız Jane, yüzlerini dahi anımsamadığı anne ve babasını çok önceden yitirmiş, dayısının ölümü üzerine—başka bir akrabası olmadığından—yengesinin yanında yaşamak zorunda kalmıştır. Ancak kimsesiz olduğu ve hiçbir maddi güce sahip olmadığı sürekli yüzüne vurulan, adeta bir besleme muamelesi gören ve ‘’öteki’’leştirilen Jane, kendisini bildiğinden beri yaşamında var olan eksikliklere karşı bilinçaltında bir savunma düzeneği oluşturmuştur. Onu destekleyecek ve ona sevgi gösterecek birer anne ve babası, onu sınıfsal olarak yükseltip ekonomik olarak bağımsızlaştıracak bir serveti ve ona toplumda doğuştan bir üstünlük sağlayacak ‘’erkek’’ cinsiyeti olmadığından, Jane bireysel, toplumsal ve ekonomik anlamda kişisel özgürlüğünü kendi çabalarıyla elde etmek zorunda olduğunun—çocukken bile—farkındadır. Nitekim, her ne kadar Jane roman boyunca pek çok yönden değişse ve olgunlaşsa da kişisel özgürlük ilkesine daima sadık kalmış, bu ilkesi herhangi bir tehdide maruz kaldığında bu konudaki hassasiyetini tepkiyle ortaya koymuştur. Bağımsızlığından ödün vermemek adına oluşturduğu savunma düzeneğinin çok fazla değişime uğramadığı kanısı, sekiz yaşında yengesine hırsla söylediği ‘’Siz sanıyorsunuz ki ben duygusuzum’’ (Bronte, 40) sözleri ile on sekiz yaşında Bay Rochester’a karşı sarf ettiği ‘’ (…) duygusuz, ruhsuz muyum sanıyorsunuz?’’ (Bronte, 289) sözlerinin—biri çocukluk, diğeri ilk yetişkinliğe geçiş dönemine ait olmasına karşın—benzeşmesi ile desteklenebilir; her iki durumda da Jane, karşısındaki kişi tarafından eşit görülmeyip aşağılandığını hissetmiş ve savunma içgüdüsüyle kendisinin de en az karşısındaki kadar duyguları olduğunu, maddi ve konumsal açıdan ona eşit olmasa da en az onun kadar ‘’insan’’ olduğunu dile getirmekten kaçınmamıştır.
Jane’in kişisel özgürlüğüne karşı bir tehdit oluşturan ilk karakter, yengesi Bayan Reed’dir. Ölen kocasının akrabası olduğu için yetim Jane’e bakmak zorunda kalan Bayan Reed, onu kendi çocuklarından açıkça ayırmakta; ekonomik olarak kendisine bağımlı olduğundan, aşağı görmektedir. Jane’in, ‘’sağlam yapılı, geniş omuzlu, güçlü’’ (Bronte, 38) olarak tanımladığı bu otoriter yenge figürü, yeğeninin asla tahammül edemediği sözel ve fiziksel şiddet, sınıfsal ayrımcılık ve haksızlık gibi tutumları, yaşından ve servetinden gelen bir öz güvenle sergilemektedir. Ancak Jane’in, Bayan Reed’e karşı metanetini bitiren olay, onun tarafından merhametsizce Kırmızı Oda’ya kilitlenmesidir. Nitekim bu kertede Jane’in kişisel özgürlüğü yalnız psikolojik olarak değil, fiziksel olarak da engellenmiş; bu anlamda Kırmızı Oda imgesinin onun ruhundaki ve daha sonraki yıllarda da bu ilkesine sıkı sıkıya sarılmasındaki etkileri çok daha derin ve kalıcı olmuştur. Öyle ki Jane de özgürlüğünü korumak uğruna gerektiğinde duygularını—Bayan Reed’in onu Kırmızı Oda’ya kapattırırkenki katılığıyla—bastırmış, adeta içinde bir yerlere kilitlemiştir.
Jane’in özgürlük düşüncesinin karşısında duran bir diğer karakter, Lowood Okulu’nun müdürü Bay Brocklehurst’tür. Brocklehurst’ün baskıcı din anlayışı ve sürekli ‘’ceza’’ kavramını öne sürerek disiplin sağlamaya çalışması Jane’in özgür karakterine ters düşmüştür; onun Jane ile ilk tanıştığında sarf ettiği şu sözler, bu sava kanıt olarak gösterilebilir: ‘’ (…) kötü insanların öldükten sonra nereye gittiklerini biliyor musun?’’ (Bronte, 35) ‘’Bir çocuk için yalancılık sahiden üzücü bir hatadır… O ateş dolu çukurda yalancılara özel bir yer ayrılmıştır.’’ (Bronte, 37) Dini bir korku unsuru olarak kullanan Brocklehurst bir keresinde Lowood’da Jane’i ‘’yalancı’’ ilan ederek onu tüm sınıfın ortasında bir iskemleye oturtur ve gün boyu orada durmasını emreder. Haksızlığa tahammülü olmayan Jane için bu durum belki de yengesinin onu Kırmızı Oda’ya kapatmasından sonra yaşadığı en büyük travmadır; çünkü haksız yere yalancılıkla suçlanmış ve herkesin içinde gururu kırılmıştır. Jane, Brocklehurst’ün haksız ceza kültürüne ve ikiyüzlü dindarlığına doğrudan tepki veremese de bu tutum karşısında öz güvenini ve kararlılığını yitirmez, tersine bu çarpıcı olay onun bireysel ilkelerini oluşturmasına yardımcı olur.
Bu noktada Jane Lowood’da kendisine uzun yıllar boyunca örnek alacağı Bayan Temple ile tanışır. Bayan Temple’ın, Brocklehurst’ün baskıcı tutumuna boyun eğmediği söylenemez; ancak yine de o, sessizce tepki vermeyi ve kendi başına karar alabilmeyi başardığından Jane’e önemli bir rol model olmuştur. Örneğin öğrencilere kahvaltı olarak yanık yulaf ezmesi verildiğinde kendi başına aldığı bir kararla herkese peynir ve ekmek dağıttırır. Buna karşın Bayan Temple’ın aldığı kararlar için Bay Brocklehurst’e hesap vermek zorunda kaldığını gören Jane’in, onu bazı yönlerden örnek alsa da kişisel özgürlük anlamında Bayan Temple’ın sessiz tepkileri ve edilginliğine karşıt olarak sesli ve güçlü bir tepki mekanizması geliştirdiği, daha sonraki Thornfield’deki yaşamında gözlemlenebilir.
Jane’in özgürlüğü içselleştirmesine katkıda bulunan bir diğer karakter Helen Burns’tür. Helen’ın dini yorumlama biçimi Hz.İsa’nın ‘’sana tokat atana diğer yanağını çevir’’ anlayışına koşuttur; Helen’a göre karşılaşılan kötülüklere karşı direnmemek bir erdemdir. Her ne kadar Helen Jane’e dinin ceza ve ödül kavramlarından ibaret olmadığını gösterse de Helen’ın bu tepkisiz kabullenmişliği Jane’in kişisel özgürlük anlayışına ters düşmüştür. Jane’e göre tokat atana diğer yanağını çevirmek bir yana, mutlaka karşılık vermek gerekir. Helen’ın ‘’Tanrı’sız vahşilerin ilkeleri’’ (Bronte, 64) şeklinde nitelediği, fakat Jane’in hararetle savunup yaşam ilkesi edindiği düşünceyi Jane’in şu sözleri özetlemektedir: ‘’Zalim, haksız olanlara da iyi davranır, boyun bükersek kötülere fırsat tanımış oluruz. Bu kez kötüler hiçbir şeyden korkmadıkları için iyi olmaya uğraşmazlar, giderek daha kötü olurlar. Bize yok yere vuranlara biz de (…) o kadar şiddetli vurmalıyız ki o insana ders olsun da o işe bir daha kalkışmasın.’’ (Bronte, 64) Jane’in özgürlük duygusu öylesine güçlüdür ki haksızlığa uğramaya, fiziksel veya sözel şiddet aracılığıyla esir alınmaya tahammülü yoktur. Jane, bireysel özgürlüğünün tehlikeye düştüğünü hissettiği her an, daima karşılık vermiş ve kendince hakkı olanı sonuna dek savunmuştur. Bu nedenle Helen’ın bir erdem olarak gördüğü kabullenmişlik—bunu benimseyen en yakın arkadaşı olsa dahi—Jane’e cazip gelmemiş, onun doğrularına ters düşmüştür.
Jane Eyre çocukluk dönemi boyunca Bayan Reed ve Bay Brocklehurst’ün ona yaptıkları karşısında haksızlığa karşı tepki vermeyi öğrenmiş; Bayan Temple ve Helen Burns’ün ise haksızlık karşısında verdikleri—ya da vermedikleri—tepkileri gözlemlemiş; çocukluk sürecinin sonunda ise yaşadıklarıyla düşündüklerini harmanlayarak kendi kişisel özgürlük ilkesini sağlam temellere oturtmuştur. Bu temellendirilmiş ilkeyi çocuksu isyankarlıktan arınmış bir biçimde olgunlukla ve kararlılıkla tam anlamıyla yaşamına uygulamaya başladığı dönem, Jane’in bir mürebbiye olarak Thornfield Konağı’nda geçirdiği zamana denk gelir. Nitekim artık Gateshead’de ve Lowood’da olduğu gibi çocuk değildir, bu iki yerde edindiği deneyimlerden de öğrendikleriyle artık mesleğini eline almış olgun ve öz güvenli bir kadın olarak bağımsızlığını daima koruyacaktır.
İlerleyen bölümlerde öyle bir an gelir ki Jane duyguları ile ilkeleri arasında bir seçim yapmak zorundadır: Ya Bertha Mason ile evli olduğu ortaya çıkan Rochester’ı terk edecek ya da ahlaki değerlerini hiçe sayıp onun metresi olarak aşkını yaşayacaktır. Bu noktada Jane’in Rochester’la evlenmesinin onun bireysel özgürlük ilkesini derinden tehlikeye sokacağını belirtmek gerekir; çünkü Bronte’nin—Bertha ile Rochester’ın evliliğini ortaya çıkarmadan önce dahi—Jane’in gördüğü kabuslar gibi Gotik unsurlarla okura aktarmaya çalıştığı bir nokta vardır ki o da Jane’in içten içe bu evliliğin getireceği sonuçlara karşı duyduğu korkudur. Jane sosyal sınıf olarak Rochester ile eşit değildir, ekonomik bir varlığı da yoktur; bu nedenle Rochester’la evlendiğinde artık onun bir çalışanı olmasa da ona maddi olarak bağımlı kalmaya devam edecektir. Ayrıca Rochester’ın yaşamında şimdiki sadeliğiyle yer alamayacağı, eşinin sosyal statüsüne uygun davranma zorunluluğu altında ezileceği ve en önemlisi değişmek veya değiştirilmek zorunda kalacağı düşünceleri onu sessiz bir endişeye sürükler. Örneğin Rochester’ın ona evlenme teklifi ettikten sonra onu mücevherlere boğup gösterişli giysilerle donatacağını söylemesi Jane’in sade ve gösterişsiz yaşama tarzına ve olduğu gibi görünme kararına bütünüyle aykırı olmakla birlikte Jane’in bireysel özgürlüğünü tehlikeye atacak boyuttadır. Ayrıca Jane’in bir metres konumuna indirgenmesi durumu da eşit derecede önemli bir tehlikedir. Nitekim Jane, duygularına kapılıp sevdiği adamın yanında kalırsa ona nikah yoluyla bağlı olmayacak ve adeta ikinci eşi—metresi—konumunda olacaktır. Hem toplumsal hem de bireysel açıdan aşağı bir konumda olmanın Jane’i Rochester’dan alt bir seviyeye ve belki de onun boyunduruğu altına taşıyacağı şüphesizdir.
Üçüncü tehlike boyutu ise Jane’in, Rochester’la evlilik dışı ilişki yaşamayı kabul etmesiyle dini ve ahlaki ilkelerinden ödün vereceği gerçeğidir. Zira Jane, Helen Burns’ün ve Brocklehurst’ünkinden farklı ancak sağlam bir dini görüşe sahiptir; bu anlamda Viktorya dönemi kadınının ahlaki ve dini bağlılığını bünyesinde barındırmaktadır. Bu üç tehlike boyutundan da görüldüğü gibi Jane’in romanın bu kısmında Rochester’la evlenmeyi kabul etmesiyle ekonomik, toplumsal ve bireysel açıdan ‘’olduğu gibi’’ kalamadan, uyum sağlamaya ya da değişmeye tabi tutulacağı ve kişisel özgürlüğünü yaşayamayacağı açıktır. Bu nedenle Bronte, onun Thornfield’den kaçıp kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamış, bu sırada hem onun bir erkeğe bağımlı olmadan yaşayabileceğini göstermiş, hem de amcası John Eyre’den kalan miras ile Jane’i maddi olarak güçlendirip olası bir ekonomik bağımlılık tehlikesini ortadan kaldırmıştır; sonuçta Jane Rochester’ın yanına döndüğünde bir kadın olarak bireysel ve ekonomik bağımsızlığını kanıtlamış ve sevdiği adamın yanına dönmesinin tek sebebinin duyguları olduğunu göstermiştir.
Jane Eyre karakteri gerek çocukluk gerekse gençlik ve erken yetişkinlik dönemlerinde kişisel özgürlük ilkesine sıkı sıkıya sarılmış, bu bünyede benimsediği ve sağlam temellere oturttuğu kişisel değerlerinden asla ödün vermemiştir. Yaşamının uzun bir kısmı boyunca ekonomik güce ve saygın bir toplumsal konuma sahip olmadığından, bir de Viktorya toplumunda kadına yakıştırılan edilgin rolü oynamadığından karşılaştığı pek çok kişiye ve duruma karşı mücadele vermek zorunda kalmış; bu da onun iradesini gitgide güçlendirmiştir. Nitekim dönemindeki çoğu kadından, hatta pek çok erkekten bile daha güçlü bir özgürlük ilkesine sahip olan Jane Eyre, gerektiğinde bu ilkesi uğruna nefsini ve duygularını feda ederek kararlılığını sonuna dek sürdürmüş ve Viktorya dönemi edebiyatında alışılmadık derecede güçlü ve iradeli bir kadın figürü oluşturmuştur.
KAYNAKÇA
- Bronte, Charlotte. Jane Eyre. Çev. Nurten Tunç. 2. baskı. İstanbul: Oda Yayınları, 2005.
Bu tez çalışması IB (Uluslararası Bakalorya) Programı kapsamında “Türk Dili ve Edebiyatı” dersi için Sevde Kaldıroğlu tarafından yazılmış ve IB tarafından incelenerek 7 üzerinden 7 notuna layık görülmüştür.
Şubat 2013