Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

“Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik

Haziran21

(Bu eleştiri yazısı Orhan Pamuk’a ait Sessiz Ev ve Ferit Edgü’ye ait O / Hakkari’de Bir Mevsim romanlarındaki olay örgüsüne dair ipuçları ve önemli bilgiler içermektedir. Romanları okumadıysanız ve olay örgüsündeki bu kilit noktaları öğrenmek istemiyorsanız lütfen bu yazıyı okumayınız.)

Yazınsal roman, bilgi vermeye çalışmaz çoğu zaman. Belli bir somut gerçeklikle—belli bir zaman, uzam ya da olayla—sınırlı değildir roman; yazar, çoğu kez somut ve belirli örnekleri, uzamları ve dönemleri kullanarak evrensel ve soyut iletiler sunmayı amaçlar ve insanın ve yaşamın doğasına ilişkin—romanın ele aldığı karakterlerin ötesinde—incelemeler yaparak roman aracılığıyla bulgularını okurla paylaşır. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim”de, Orhan Pamuk’un da “Sessiz Ev”de yapmaya çalıştığı, tam anlamıyla budur aslında. Her iki yazar da somut örnekler kullanarak çok daha derin, soyut ve evrensel sorunsalları—yabancılaşma, iletişimsizlik ve kimlik bunalımı gibi insanın derin çıkmazlarını—irdeler. Okurun, “Sessiz Ev”i ya da “O”yu okurken metinde kendinden bir şeyler bulması, bu romanların okurun gerçek hayatıyla somut olarak benzeşmesinden çok, okurun yaşamında gözlemlediği ve belki de deneyimlediği sorunlara ve çıkmazlara değinmelerinden, hatta çoğu kez okurun sözcüklerle ifade etmekte zorlanacağı noktaları büyük bir dil ustalığı ve özgün anlatım teknikleriyle işlemelerindendir.

“Hakkari’de Bir Mevsim”in uzamı, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, Hakkari’dir. Denizci olduğunu ve bir kazadan sonra Hakkari’de karlı bir dağın yamacına vurduğunu iddia eden anlatıcı, aslında kazadan öncesini anımsamamaktadır. Henüz romanın başından, okuru düş ile gerçek belirsizliğiyle karşı karşıya bırakan Edgü’nün vermeye çalıştığı ileti bellidir: “O”da, kurguyu ve olay akışını somut temellere oturtmak için kullanılan gerçek ve elle tutulur unsurlar birer araçtır ve roman, somut bütünlüğü dışında, değindiği insancıl çıkmazlar ışığında ele alınmalı,  bu şekilde yorumlanmalıdır.

“O”yu, Türkiye’deki Doğu ve Batı ayrımına ve bu iki taraf arasındaki uçuruma atıfta bulunan bir roman olarak yorumlayanlar vardır; ancak “O”nun amacı ve sınırları bu sorunsaldan çok daha geniş ve evrenseldir. İlk belirtilen yargıya inananlar romanı şöyle yorumlayabilir: “O”, Hakkari’ye atanmış, İstanbullu yeni mezun bir öğretmenin bu Doğu ilinde Kürtçe konuşan öğrencilerle iletişim kuramamasını ve Doğu illerindeki gelenek ve göreneklerle sert hava koşullarına ve yaşam şartlarına uyum sağlayamamasını konu alır. Tabii bu yorumun, öğretmenin sürgün edildiğini iddia eden çeşitlemeleri de vardır. Ancak “O”, bazen kurguya elle tutulur bir boyut kazandırmak için sunulan somut gerçekliklerden ve bazen de bu gerçekliklere okur tarafından eklemlenen varsayımlardan olabildiğince uzak durularak değerlendirilmelidir. Öncelikle roman kahramanının, bilmediği bir şehre düşüp o şehrin ve kültürün acımasız ve katı gerçeklerine karşı verdiği mücadele yukarıda belirtilen gerçeklikler ve varsayımlarla sınırlanamaz. Başkahraman “O”, bir anlamda “bilinmeyen”le karşılaşan insanın bunun karşısında gösterdiği ya da gösteremediği direnci, yaşadığı çaresizliği ve yabancılaşmayı temsil eder. Anlatıcının sürekli düş ile gerçeklik arasında gidip gelmesi, aslında karşılaştığı gerçeklikleri idrak edemeyip kabullenememesinin ve bunun sonucunda düşlere sığınmasının bir sonucudur. Hakkari’deki okulda ders verirken “O”nun dışarı çıkıp karlara uzanması ve bilinç akışı şeklinde aklından hızla geçen düşüncelerde küçük bir kız çocuğuyla beraber olduğunu düşünüp onu cinsel anlamda arzulaması düş ve gerçek karşıtlığının çarpıcı bir örneğidir. Bu örneği somut anlamda ele alıp anlatıcıyı “ahlaksız” olarak niteleyenler olacaktır mutlaka. Ancak Doğu illerinde “töre” adı altında kız çocuklarının evlendirilmesinin mi, yoksa anlatıcının zihninden aktarılan bu kesitin mi “ahlaksız” olduğu tartışılır. Nitekim kız çocuklarının evlendirilmesi gibi çirkin ve akıl almaz bir gerçeklikle karşı karşıya kalan anlatıcı, bu gerçek dışı “gerçeklik” ile en az o kadar gerçek dışı olan “düşleri” arasında sıkışıp kalır. Yazarın bu noktada roman kahramanının bilinçaltını ve düşlemini kullanmasının amacı, bu akıl almaz Doğu gerçeğini eleştirmek, hatta çarpıcı bir biçemle sunarak okurun da eleştirmesini sağlamaktır.

Benzer şekilde “Sessiz Ev” de somut bir uzamda—İstanbul yakınlarındaki hayali bir kasaba olan Cennethisar’da—geçmektedir. Ancak “Sessiz Ev”i “O”dan daha somut yapan gerçeklikler vardır. “O”daki belirsiz zaman kavramına karşılık “Sessiz Ev”in geçtiği zaman bellidir: 1980 yazı, Ağustos ayı. Orhan Pamuk’un, böyle bir zaman ve uzamı gelişigüzel seçmediği açıktır. Nitekim sağ-sol çatışmasının doruğa ulaştığı 1980 yazında geçen roman, bu çatışmaya ilişkin unsurlar barındırır içinde. Fakat tıpkı “O”da olduğu gibi, yazar “Sessiz Ev”de böyle bir tarihi gerçekliği insanın doğasına ilişkin evrensel gerçeklikleri ortaya çıkarmak ve irdelemek için araç olarak kullanır. Sürekli bir eziklik duyan Hasan’ın ülkücü grubuna katılması, yaşadığı kimlik bunalımını ve eksikliğini duyduğu aidiyet hissini bastırma çabasındandır aslında. Aynı şekilde Nilgün’ün “Cumhuriyet” okuyup sol kesimin düşüncelerini takip etmesi, kimliğini yeni yeni oluşturan bir gencin okuyup araştırarak güncel ve önemli konularda bir görüş ve belli bir duruş edinme isteğidir bir anlamda. Romanın sonunda ülkücü Hasan’ın hoşlandığı kızı—solcu Nilgün’ü—döverek öldürmesi ise yazarın sağ-sol çatışmasında belli bir tarafı desteklediğini göstermekten çok uzak bir durumdur. Tersine, Pamuk bu örnekle, insanın belli bir düşünceye körü körüne bağlı olmasının onun insani ve ahlaki değerlerini nasıl yozlaştırabileceğini ve onu sevdiği kişiye karşı nasıl bu denli kör ve acımasız edebileceğini göstermiştir. Pamuk’un bu noktada eleştirdiği durum, hem sağ-sol çatışmasının insanları ahlaki olarak yozlaştırması hem de—daha evrensel bir boyutta—birtakım düşünce akımlarına veya topluluklara kapılıp bir yerlere ait olmak pahasına sürü psikolojisiyle çoğunluğa uyum sağlayan bireyin kendine ve çevresindekilere yabancılaşmasıdır. Bu anlamda Pamuk’un toplumsal eleştirisinin, yalnızca 1980’deki Türk toplumuyla veya işlenen tarihi dönemle sınırlı kalmadığı ve insan doğasının eğilimli olduğu bu tür uç noktalara yönelik olduğu söylenebilir.

Her iki romanda da ele alınan ve somut unsurlarla sunulan bir başka sorunsal iletişimsizliktir. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim” romanında, öğretmen “O”, köy okulunda öğrencilerine bir şeyler öğretmeye çalışır. Ancak çok büyük bir sorun vardır ki o da “O” ile çocukların farklı diller konuşmasıdır. Bu noktada, önceki örneklerde bahsedilen “saf” okur, durumu somut bir çerçevede ele alıp güncel bir bağlamda inceleyerek romanın Türkçe-Kürtçe dil çatışmasına ve dil ikiliğinin eğitimi zorlaştırıp engellediğine gönderme yaptığını söyleyebilir. Ancak “O”, bu tür politik tartışmalardan ve tek ve somut açıklamalardan kaçınarak daha insancıl ve kapsamlı bir zeminde ele alır bu durumu. Edgü’nün romanın bu bölümünde eleştirdiği, ne Türkçedir ne Kürtçe; yalnızca tüm çıplaklığı ve yalınlığıyla insanlar arasındaki iletişim kopukluğudur. Çocuklar farklı gelenekleri, kültürleri, yaşam biçimleri ve farklı dilleriyle başkahramanın karşısında kocaman bir “bilinmeyen” olarak dururlar ve roman, “O”nun bu “bilinmeyen”i nasıl çözdüğünün ve nasıl zamanla içselleştirdiğinin öyküsüdür aslında. “O”, “bilinmeyen” karşısında kaderci bir bakış açısı takınıp vazgeçen değil, direnen ve yabancılaşmayla mücadele eden bir bireyi temsil eder; Edgü’nün de yabancılaşmaya karşı sonuna dek savunduğu tutum, işte bu mücadeleci tavırdır.

“Sessiz Ev”de işlenen iletişimsizlik teması “O”dakinden biraz farklıdır; çünkü “Sessiz Ev”deki karakterler, “O”dakinin tersine ortak bir dili paylaşır, ancak yine de—birbirlerini anlamaya çalışmadıklarından—birbirleriyle iletişim kurmayı beceremezler. Bu konuda verilebilecek belki de en iyi örnek, Selahattin Bey ile Fatma Hanım’ın evliliklerindeki iletişim kopukluğudur. Bilimi savunan ve adeta jakobenist bir tutumla kendi doğrularını eşine kabul ettirmeye çalışan Selahattin Bey, Fatma Hanım’ın aileden gelen ahlaki ve dini değerlerine, geleneksel davranışlarına saygı duymaz; bunun da ötesinde, onları anlamaya bile çalışmaz. Aynı şekilde tutucu bir bakış açısı takınan Fatma Hanım körü körüne bağlı kaldığı tek yönlü doğrulardan kafasını kaldırıp Selahattin Bey’in söylediklerine kulak vermez. İki tarafın da uzlaşmaya yanaşmadığı bu evlilikte iletişim kopukluğu Fatma Hanım’ın daima susup her şeyi—eşine olan öfkesini ve tepkilerini—içine atmasıyla, Selahattin Bey’in ise celallenip fikirlerini zorba bir tavırla durmaksızın anlatmasıyla gitgide derinleşerek devam eder. Öyle ki, Selahattin Bey öldükten sonra dahi Fatma Hanım’ın onunla kavgası bitmemiştir. Fatma Hanım sürekli düşüncelerinde Selahattin Bey’in sözlerini yineler ve yine doğruluğunu tartışmaya yanaşmaksızın onları kendi katı doğrularıyla çarpıştırarak bitmeyen öfkesini perçinler. Orhan Pamuk’un Selahattin Bey ve Fatma Hanım karakterleriyle sunduğu iletişimsizlik ve adeta iletişime ve uzlaşmaya karşı direniş gösterme tavrı, şüphesiz yalnızca bu hayali aileyle ya da genel anlamda evliliklerle sınırlı değildir. Pamuk’un işaret ettiği iletişimsizlik, hem Doğu ile Batı arasındaki iletişim kopukluğu ve uzlaşma eksikliğidir, hem de genel anlamda kendi doğrularına tutucu bir tavırla sarılan ve empati, saygı, anlayış gibi yetkinliklerden yoksun bireylerin arasında oluşan iletişimsizliktir.

Ferit Edgü ve Orhan Pamuk, sırasıyla “O / Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Sessiz Ev” romanlarında somut karakterler, olaylar, uzamlar ve hatta tarihi olaylar kullanarak insan doğasının eğilimli olduğu iletişimsizlik, yabancılaşma ve kimlik bunalımı gibi temel sorunsalları ele almışlar ve bunlara değin eleştirilerini dile getirmişlerdir. Edgü’nün ve Pamuk’un romanlarından da görülebileceği gibi, bir romanın, sunduğu sözde “gerçeklikleri” ve somut örnekleri görünen sınırlar içinde yansıtmayı değil, sınırların ötesinde evrensel boyuttaki sorunları ve çıkmazları irdelemeyi amaçladığı söylenebilir. Bu anlamda roman, küçük bir yapboz parçasını anlatarak aslında büyük resme ilişkin incelemeler yapmakta ve “Sessiz Ev” ve “O” örneklerinde olduğu gibi doğru bir biçem ve yazınsal bir ustalıkla yazıldığında bunu başarmaktadır.

12.03.13

Yeri: Deneme, Edebiyat, Eleştiri | “Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik için yorumlar kapalı

Bir Yazı Serüveni

Haziran14

Sevde'nin Günlüğü

“Ben herhangi bir yorum yapacak değilim. Ama yazabilirim. Korkularımı, kaygılarımı, düşlerimi, düşüşlerimi yazdığım gibi bu eylemi de yazabilirim. Çünkü yazmak da bir eylemdir.”

Ferit Edgü dile getiriyor bu sözleri, 1995 yılında yayımladığı “Yazmak Eylemi” adlı kitabında. Önemli bir noktaya parmak basıyor Edgü. Öyle ya, yazmak da bir eylemdir. Hem de en az, sokaklara dökülüp yürüyüşlere, “eylem”lere katılmak kadar güçlü ve etkilidir. Belki taş yollara şiddetle basan topuklar kadar sert değildir kalemin kağıda savurduğu darbeler ya da klavyenin tuşlarına vuran parmaklar; ancak daha sessiz, fakat sağlam adımlarla yürür yazı. Kalemin tükürdüğü mırıltılar, dudağın fırlattığı çığlıklardan daha çok duyulur bazen. Sessiz bir gürültüdür adeta, kalemin ürettiği; gerektiğinde kulak tırmalamayı bilir. Kalem oynar, yazı devinir, gelişir, geliştirir. Nitekim devinim, eylem demektir. Şayet yazmak bir eylem olmasa, binlerce yazar ne diye yüzyıllar boyunca dirsek çürütmüştür onun uğruna? İnsanlar devinimsizce “korkuyu”, “barbarları” ya da “Godot”yu beklerken nice Beckett’ler, Coetzee’ler, Atay’lar eyleme geçip yazmamış mıdır olan bitenin anlamsızlığını? Öyleyse eylemi, uzuvların devinimiyle; etkiyi ise somut bir değişimle sınırlamak doğru değildir. Bir şeyler yazılmalı, kalem daima dillendirmeli zihnin ürettiklerini.

Belki biri okur, belki biri düşünür, belki biri uyanır: Yazarın tek tesellisi bu.

İşte bu amaçla, bu teselliyle yola çıktım ben ve 14 yaşında lise yaşamımın başında açtım blogumu, diğer bir deyişle—benim tercih ettiğim tabirle—”edebi günlüğümü”. “Yazmayı seviyorum” dedim yalnızca ve Sevde’nin Günlüğü doğdu tam 1 Şubat 2010’da. Yazacaktım, bir şeyleri değiştirmek, geliştirmek için –en başta da kendimi. Öyle bir yolculuk oldu ki o günden bu yana, yıllardan beri—2.sınıfın son gününden önceki akşam oturup öğretmenime “Karşıma baksam karşımdasın/ Arkama dönsem arkamdasın/ Sensin bana öğreten/ Benim sevgili öğretmenim” dizelerini yazdığımdan beri—aslında yanıbaşımda duran biricik yoldaşımı tam anlamıyla fark ettim: o sadık, güçlü, candan kalemimi. Düşünüyorum da o hep benimleydi aslında; onu, herkesten farklı bir biçimde orta ile yüzük parmağımın arasında yamuk yumuk da olsa tutmayı başardığımdan beri daima hüzünlerimi de sevinçlerimi de benimle birlikte göğüsledi. Onunla birlikte ortaya çıkardıklarımız büyük yazarlarınkilerle boy ölçüşemezdi belki; ama daima Karacaoğlan’ın tutkusuyla, Jane Austen’in kararlılığıyla, Shakespeare’in şiirselliğiyle—henüz bu yazarları ve ozanları tanımadan ama onların kalem aşkını paylaşarak—kalemime gitgide daha da sarılarak yazdım, yazdım, yazdım. Üç okudum, bir yazdım; bir yazdım, üç okudum; kendimi—çığlıklarımı, gülüşlerimi, düşüncelerimi, düşlerimi, düşüşlerimi—kısacası maddi ve manevi varoluşumu kalemimin bazen yumuşak bazen sivri ucundan yazdım ve okudum, okudum, okudum.

Anneme yazdığım aşk şiirlerini; hayali kahramanım Kedi Şirin’in macera öykülerini; yalnızca birkaç ay yaşayan lalem Yıldız’a bestelediğim şarkıyı; abim üniversite için yurtdışına giderken “Artık ne başın var dizlerimde/ Ne saçların ellerimde” sözleriyle tamamladığım şiiri; tüm bunları okurken öz yaşam öykümü okur gibi oluyorum; çünkü biliyorum ki kalemim tüm çocuksuluklarımı, yanlışlarımı, doğrularımı, “ne yanlış ne doğru”larımı bilincimin beceremeyeceği bir doğallık ve dobralıkla yansıtmayı başarıyor; çünkü biliyorum ki kalemim ve kalemimin ruhunu oluşturan imgelemim hep benden bir adım önde—daha olgun ama daha uçuk ve—kuşkusuz—daha cüretkar…

İşte şimdi bloguma dönüp baktığımda, çocukluk yazılarımdan beslenen bir kalem ve onun üç yıllık gelişim sürecini gözlemleyebiliyorum.İlk yazıma bakıp kullandığım dilden biçemime dek her şeyi acımasızca eleştiriyor, bir önceki yazdığımı daima amatör buluyor ve her “bir sonraki” yazımda kalemimi daha da büyümüş görüp onunla gurur duyuyorum. Hakkımda sayfasını ne çok kez değiştirdiğime bakıp gülüyor, ismim ve doğum tarihim dışında her bir sözcüğün illaki değiştiğini görüp şaşkınlığa uğruyorum: “Hakkımda”ki her şey değişirken bir benlik oluşturuvermişim kendime, ne garip… Sonra blogumun istatistiklerine bakıyorum: Kaç kişi girmiş, hangi sayfalar beğenilmiş, her bir okur hangi sayfaya bakarken kaç saniye geçirmiş… Hepsini takıntılı bir özenle tek tek inceliyor, bu nesnel verilerden elde ettiğim öznel çıkarımlarımla kendimi ve kalemimi ilerletmek adına çabalıyorum ve yazıyorum ve sonra bir daha yazıyorum—kalemim de ruhum da doyana dek (hoş, hiç doyacak mıyız, doymalı mıyız ki?).

Ardından yorumları okuyorum; takdirler, teşekkürler, tebrikler… Okurlarıma minnet duyuyorum, yalnızca okudukları, okumaya zaman ayırdıkları için. Beğeniyle karşılaşınca hem yüzüm kızarıyor hem de kalemim seviniyor, hevesleniyor. Ama sonra düş kırıklığı yaşıyorum; tek bir olumsuz yorum bile yok. Neden? Her okurun beğendiğini göstermekten çok uzak bir durum bu; tersine, beğenmeyen okurun olumsuz eleştiri yapmaya teşebbüs etmemesi üzüyor beni. Beğeni ve takdir iyidir, hoştur, kalemi heveslendirir; ama olumsuz ve yapıcı eleştiri onu hırslandırır, kısa vadede üzse de uzun vadede kalemi de yazıyı da daima ileriye götürür. Şöyle bir dönüp baktığımda geçmişten bu yana kalemimin dönüm noktalarını, aldığım yapıcı olumsuz eleştirilerin belirlediğini; ilk başta düş kırıklığı yaratan ancak ardında mantıklı bir neden gördüğüm bu yorumların kalemimi bugünkü noktaya getirebilmemdeki en kayda değer etkenlerden olduğunu görebiliyorum. Tabii bu noktada yapıcı sözcüğünü vurgulamak istiyorum; çünkü kalemi ileriye götürme amacından çok uzak duran ve yıkıcı olarak nitelenebilecek yorumları bu ulama dahil etmediğimi söylemeliyim. Nitekim, kanımca nitelikli okur, bir yazıya en az nitelikli yazar kadar bir şeyler katar, katmalıdır da ve tabii bu katkının başını da olumlu ve olumsuz eleştiri çeker. Sanırım bu noktada, okur ve dahası, nitelikli okur arayışında sevgili Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya öyküsünün sonunda söylediği sözü yinelemek gerek:

 “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

 Sevde Kaldıroğlu

28.01.13

Düşünülesi Birkaç Soru

Ocak7

Doğal afetlere neden çoğunlukla kadın ismi konur? Katrina Kasırgası, Sandy Fırtınası ve Victoria Tayfunu bunlardan yalnızca birkaçı. Merak etmeyin, bu sorudan yola çıkıp konuyu feminizme bağlayacak değilim. Öyle ‘’Cinsiyet ayrımı bu!’’ diye celallenip ‘’kadın hakları’’ nutuklarına da başlamayacağım: zira kulaktan dolma bilgilere ve önemsiz ayrıntılara anlamlar yükleyerek; bir de orda burda, Twitter’da, Facebook’ta kadın-erkek eşitliğinden çok kadının mükemmelliğini, erkeğin ‘’öküzlüğünü’’ vurgulayan iletiler yazarak ne feminist olunacağını ne de kadın hakları yolunda bir gıdım ilerlenebileceğini düşünmüyorum.

Nitekim konumuza dönersek; ABD’deki Ulusal Okyanussal ve Atmosferik (Olaylar) İdaresi’ne (NOAA) göre yüzyıllardır fırtınalara azizlerin ismi veriliyormuş, ancak kadın ismi verme geleneği tam anlamıyla 1953 yılında başlamış ve gelen tepkiler sonucu 1978 yılında bu geleneğe erkek isimleri de dahil edilmiş.[1] Günümüzde ise Dünya Meteoroloji Örgütü isimlendirme işlemi için her harften kadın-erkek isimlerinin bir arada bulunduğu altı tane liste kullanıyor.[2] Dolayısıyla, çok fazla adını duymadığımız ancak 2012’de Atlantik Okyanusu’nda yaşanan Tony Fırtınası ve Michael Kasırgası gibi örnekler de göz önüne alınırsa en azından son 34 yıl için başta belirttiğim sorunun geçerli olduğunu söylemek pek de olanaklı değil.

Yine de 1953 ile 1978 yılları arasındaki süreci temel alırsak belki somut verileri bir kenara bırakıp neden bu dönem boyunca doğal afetlere yalnızca kadın isimlerinin verildiği üzerine kafa yorabiliriz. Bu soruyu, başta alakasız görünen ancak ilintili olduğunu düşündüğüm başka bir soruya bağlamak istiyorum: Neden şairlerimiz genellikle erkek? Bunu diğerinden çok daha uzun bir zamandır düşündüğümü söylemeliyim. Yüzyıllardır süregelen Türk kültürünü göz önüne alırsak çoğunlukla ‘’duygunun’’ kadına, ‘’mantığın’’ ise erkeğe yakıştırıldığı kanısına varabiliriz. Kadın ağlar, güler, sever; üzüntüsünü de sevincini de kaprisini de bağıra bağıra anlatır. Oysaki erkek güçlüdür, ketumdur; duygularını belli etmez, ağlamaz o, çok da gülmez, çünkü erkektir o, ‘’adam’’dır. Ataerkil toplum yapısına bir de bu gözle bakmak gerek sanırım; yalnızca kadını geriye atan değil, erkeği güç simgesi haline getirerek onun duygu dünyasını bastıran, yok sayan bir kültür. Erkek de aşkını, sevgisini, acısını bir tek kağıda yansıtabilmiş belki de; kalemine anlatmış toplumun ‘’zayıflık’’ olarak nitelediği duygularını. İşte belki de bu yüzden kadının dili, erkeğin ise kalemi konuşmuş yüzyıllardır. Tabii buna karşıt bir sav olarak da geçmişten bu yana sözü pek geçmeyen kadına susmanın öğretildiği de savunulabilir; öyleyse kadın neden kalemine sarılmamış, o da ayrı bir tartışma konusu.

Erkek şairlerin çoğunlukta olmasının doğal afetlere kadın ismi verilmesiyle ilgisi ise şöyle kanımca: Bugüne dek okuduğum ve teması bir şekilde aşk ile ilintili olan şiirlerin neredeyse tümünde hep bir erkeğin bir kadına seslenişi vardı. Şiirlerde terk edilen ya da hiçbir zaman sevdiğine kavuşamamış olan erkek, aşık olduğu kadını büyüleyici güzellikte, gizemli ve ulaşılmaz bir varlık gibi tanıtır; onu öylesine yüceltir ki kadın sıradan bir birey olmaktan çıkar ve tanrıçalaşır. Bazen ismi vardır bu kadının, Attila İlhan’ın şiirlerindeki Belma Sebil olur, Inge Bruckhart[3] olur mesela; bazense adı sanı yoktur, yalnızca ‘’sevgili’’dir. Ancak aşk acısıyla yakıp yıkar şairin yüreğini; kadının varlığı nasıldır bilinmez ama yokluğu güçlüdür, yerle bir eder erkeğin dünyasını ve ardına bakmadan ansızın çekip gider kadın. İşte felaketlere niçin kadın ismi verildiğini düşünürken bunlar geçti zihnimden; öylesine güçlü, yaşamları alt üst eden kasırgaları isimlendirirken belki de ilk olarak şiirlerde tanrıçalaştırılan kadın gelmiştir akla. Erkeklerin yüreklerini yakan nice Katrina’lar, Sandy’ler, Victoria’lar vardır, kim bilir…

Sevde Kaldıroğlu

06.01.13


[3] Bkz. Attila İlhan’ın ‘’Ben Sana Mecburum’’ adlı şiir kitabı

Yeri: Deneme, Edebiyat | Düşünülesi Birkaç Soru için yorumlar kapalı

‘’Çünkü yazmak da bir eylemdir’’

Ekim17

‘’Ben herhangi bir yorum yapacak değilim. Ama yazabilirim. Korkularımı, kaygılarımı, düşlerimi, düşüşlerimi yazdığım gibi bu eylemi de yazabilirim. Çünkü yazmak da bir eylemdir.’’

Ferit Edgü dile getiriyor bu sözleri, 1995 yılında yayımladığı ‘’Yazmak Eylemi’’ adlı kitabında. Önemli bir noktaya parmak basıyor Edgü. Öyle ya, yazmak da bir eylemdir. Hem de en az, sokaklara dökülüp yürüyüşlere, ‘’eylem’’lere katılmak kadar güçlü ve etkilidir. Belki taş yollara şiddetle basan topuklar kadar sert değildir kalemin kağıda savurduğu darbeler ya da klavyenin tuşlarına vuran parmaklar; ancak daha sessiz, fakat sağlam adımlarla yürür yazı. Kalemin tükürdüğü mırıltılar, dudağın fırlattığı çığlıklardan daha çok duyulur bazen. Sessiz bir gürültüdür adeta, kalemin ürettiği; gerektiğinde kulak tırmalamayı bilir. Kalem oynar, yazı devinir, gelişir, geliştirir. Nitekim devinim, eylem demektir. Şayet yazmak bir eylem olmasa, binlerce yazar ne diye yüzyıllar boyunca dirsek çürütmüştür onun uğruna? İnsanlar devinimsizce korkuyu, barbarları ya da Godot’yu beklerken nice Beckett’ler, Coetzee’ler, Atay’lar eyleme geçip yazmamış mıdır olan bitenin anlamsızlığını? Öyleyse eylemi, uzuvların devinimiyle; etkiyi ise somut bir değişimle sınırlamak doğru değildir.

Bir şeyler yazılmalı, kalem daima dillendirmeli zihnin ürettiklerini. Belki biri okur, belki biri düşünür, belki biri uyanır: Yazarın tek tesellisi bu.

24.09.12

Neden İnceliyoruz?

Ağustos5

Kadın ve Güzellik Kavramı üzerine

Güzel bir kadın canlandırın gözünüzde.

Unutmayın o kadını, bu yazıyı okurken belleğinizin bir köşesinde dursun. Tepkilerini iyi gözlemleyin güzel kadınınızın; çünkü ilerleyen satırlarda pek çok hemcinsiyle karşılaştıracak kendisini, belki memnun kalmayacak bundan, belki de kendisiyle gurur duyacak ama umuyorum ki ne kadar göreceli ve ne kadar acımasız bir kavramın ürünü olduğunu –tıpkı sizin gibi– fark edecek o da.

Bu yazı boyunca yalnızca güzel kadınlardan bahsedeceğim; farklı zamanların ve farklı kültürlerin farklı güzel kadınlarından.

Yıl M.Ö. 5500. Yazı yok henüz. Ateş var, su var, erkek var, kadın var. Hem de kadın, tanrıça; kadın, bereket simgesi. O dönemden kalan kadın heykellerine, bir başka deyişle o dönemin ideal kadın figürlerine baktığımızda alışık olmadığımız görünümlerle karşılaşıyoruz ve ‘’Obez bunlar’’ diyerek teşhisi koyuyoruz hemen. Halbuki bugün yerdiğimiz ‘’şişmanlık’’ kavramını o zamanlarda tanrıçalara layık gördüklerini unutuyoruz.

Antik Çağlar’dan ileriki yüzyıllara gelirsek aradan geçen zamanın ‘’güzel kadın’’ kavramını çok fazla değiştirmediğini dönemin kadın portrelerinden anlayabiliriz. 16.yüzyılda Alessandro Allori’nin Bianca Cappello’yu resmettiği tablosu günümüzle çelişen bir güzellik kavramı sunar bize. Bir İtalyan soylusu olan Bianca Cappello güzelliğiyle nam salmış bir kadındır, nitekim bizim Victoria’s Secret modellerimize benzemez kendisi. Tombul bir vücudu, yuvarlak bir yüzü ve hatta çenesinin altında bombeli bir gıdısı vardır. Aynı döneme ait benzer bir ‘’güzel kadın’’ tasviri çok daha tanıdık bir ismin, William Shakespeare’in, ‘’Venüs ve Adonis’’ şiirinde görülmektedir. Günümüzde iki karşıt kavram olarak görülen ‘’güzellik’’ ve ‘’tombul’’ sözcükleri İngiliz şairin bu şiirinde alt alta dizelerde bulunur; şair, Venüs’ün görkemli güzelliğini tasvir ederken onu ‘’tombul’’ olarak niteler. [i]

İki yüzyıl sonra İspanyol ressam Francisco Goya’nın yapıtlarına baktığımızda tombul kavramının halen güzellik kavramıyla birlik içinde olduğunu gözlemleriz. Goya’nın 1700’lü yılların sonlarında resmettiği La Tirana’sı ve 1803 yılında tamamladığı Maja Vestida’sı bu tombul ve güzel kadın figürlerine örnek gösterilebilir. Ancak özellikle Maja Vestida’da ideal kadın figürünün belinin incelmeye başladığı görülmektedir. Buna rağmen incelen yalnızca belidir, vücudunun geri kalanı dolgun ve tombuldur.

Louisa May Alcott ise, 1868-69 yılları arasında yazdığı Küçük Kadınlar romanında Margaret karakterini ‘’çok güzel, açık tenli ve tombul’’ olarak niteler. Bu özelliklerin yalnızca belli eserlere ait olmadığı, o yüzyıllarda kadının üzerine yüklenen güzellik ölçütlerini oluşturdukları yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki bugün kilolu insanları ‘’şişko’’ olarak sınıflandıran toplum, o dönemin zayıf insanlarını ‘’sıska’’ olarak niteliyordu; dahası, zayıf kadınlar güzellik ölçütlerinden uzak görülmekle birlikte eş bulumunda da ‘’bahtsız’’ olarak kabul ediliyordu.

Özellikle 19.yüzyılla birlikte ideal kadın vücudu kum saati şekline büründü. Bir başka deyişle kadın incecik bir bele ve buna karşın geniş basenlerle dolgun göğüslere sahip olmalıydı. Bu denli uç vücut ölçüleri anatomik olarak mümkün olmadığından kadınlar korse kullanıyordu; ancak beli aşırı derecede incelten korseler iç organları sıkıştırıyor, nefes darlığı ve tansiyon sorunları gibi sağlık sıkıntılarına yol açarak zaman zaman kaburga kemiklerinin kırılmasına bile sebep olabiliyordu. 1900’lü yılların başlarında Camille Clifford kum saati figürü ve korseyle sıktığı incecik beliyle dönemin ünlü modellerindendi. Viktorya döneminde kadınların sık sık bayılmasının sebebinin bu korseler olduğu sonradan anlaşılmıştır.

Batı kültüründe güzellik kavramı gitgide incelen bir yolda ilerlerken farklı kültürlerde aynı kavram çok farklı boyutlardaydı. Tayland ve Burma’da kadınlar yüzyıllardır uzun boynun bir güzellik göstergesi olduğuna inanıyor, boyunlarını uzatmak için çocukluktan itibaren boyun halkaları takıyorlardı. Bu halkalar yaşları ilerledikçe artıyor, omuzlarına baskı yaparak kadınların kemik yapılarında bozulmalara yol açıyordu. Bu geleneğin günümüzde halen bazı kabilelerde devam ettiği söylenmektedir.

Güzellik uğruna katlanılan bir başka eziyet ise Çin’de yüzlerce yıldır süren ayak bağlama geleneğiydi. Tıpkı Batı’nın ince beli ve Burma’nın uzun boynu gibi Çin toplumu da küçük ayakları güzellik ölçütü olarak kabul ediyordu. Kadınlar ayaklarını –normal bir ayağın üçte biri boyunda olması için– çocukluktan itibaren bağlayarak öne doğru kemik gelişimini durduruyorlardı. Bu şekilde eğri bir biçimde büyüyen ayak, güzel olarak görülen kısa boya ulaşıyordu. ‘’Lotus ayak’’ olarak da anılan bu gelenek Çinli kadınlar için bir eziyet niteliği taşıyordu. Yeni Zelanda’da ise özellikle yüze yapılan Ta Moko adındaki dövme türü bir güzellik ve toplumsal statü simgesiydi. Yüzlerini bu dövmeyle kaplayan kadınlar güzel olarak niteleniyordu.

Dünyanın farklı yerlerinde güzellik farklı biçimlere bürünürken Batı’da da değişik şekillere dönüşmeyi sürdürüyordu. Nihayet pek çok sağlık sorununun sebebi olduğu anlaşıldıktan sonra korse, ‘’zararlı’’ damgası vurularak terk edilmişti. 1950’li yıllara gelindiğinde yeni güzellik standartları, korseli incecik bellerden sıyrılıp yerini Marilyn Monroe gibi balık etli kadın figürlerine bırakmıştı. Halen kum saati kalıbının etkileri görülse de kadının beli büyük ölçüde kalınlaşmış, çok daha sağlıklı ölçülere kavuşmuştu. Fakat hızla gelişen teknoloji, medya ve moda kültürüyle ideal kadın vücudu bu kez yalnızca belden değil, basenlerden, bacaklardan ve hatta kollardan bile incelmeye başladı. Öyle ki 21.yüzyılda aktris Keira Knightley gibi ince yüzlü, ince belli ve ince bacaklı kadınlar –iki yüzyıl öncesinin ‘’sıska’’ kadınları– ‘’güzel’’ olarak görülmeye başladı. İncelme modasıyla son yıllarda gelişen diyet sanayisi zirveye ulaştı; günümüzde ABD’de diyet sektörü 40 ila 100 milyar dolar arası bir gelire sahip.[ii]

Bugün modern dünyanın kadınları diyet yapıyor ya da kilo almamak adına yediklerine ‘’dikkat ediyor’’. Bugün iş hayatına atılan modern kadın, maaşının yarısını kilo vermek adına diyet ürünlerine yatırıyor. Fakat o bunu ‘’sağlık’’ adına yapıyor, kilo vererek yağlarından kurtuluyor, alması gereken kalorinin yarısını alarak ve vücut kitle indeksini normalin altına düşürerek ‘’sağlıklı’’ bir vücuda kavuşuyor. Modern kadın erkek gibi güçlü olmak adına kas yapıyor, sıkılaşıyor, inceliyor; kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapılmasını protesto ederken kadının bir güzellik nesnesi olarak görülmesi üzerine kurulu olan bu güzellik ölçütlerini benimsiyor, dahası bunlara uymaya çalışıyor.

Modern kadın erkekle fırsat eşitliğine sahip olmayı savunurken öğle yemeğinde kebap yiyen erkek iş arkadaşının yanında kuru bir salatayla yetiniyor, sonra da orada burada ‘’kadın-erkek eşitliği’’ nutukları atıyor. Çinli kadınların ayaklarını bağlayarak, Taylandlı kadınların boyunlarına halkalar takarak, Viktorya dönemi kadınlarının korse kullanarak yaptığı eziyet bugün modern kadının vücudunda belki de en ağır ve en umutsuz şekliyle devam ediyor.

Geçmiş yüzyıllarda kadın, güzellik standartları altında sürekli ezilmiş, eziyet çekmiş; peki medeniyetin doruğuna ulaştığımız bugünümüzde ne değişti? Kadın halen bir güzellik nesnesi olarak görülüyor –burada ‘’görülüyor’’ demek yanlış olur; çünkü kadın halen kendini bir güzellik nesnesi olarak göstermeye devam ediyor ve kendine yaptığı bu eziyeti ‘’güzellik’’ adı altında erkeğe de öğretiyor.

Nitekim bugün modern dünyanın modern kadınları olarak neden inceliyoruz? Çünkü inceliyoruz; birbirimizi, vücutlarımızı. Şekillerimizi inceliyoruz ve yargılıyoruz ‘’o’’nu ve ‘’onlar’’ı, fikirleriyle değil, şekilleriyle yargılıyoruz. ‘’İnce’’yi yüceltiyoruz ve inceldikçe yüceleceğiz sanıyoruz; oysaki biz ‘’zayıf’’ sözcüğünü iltifat olarak kullanmaya, yediğimiz lokmayı saymaya ya da ‘’ince’’yi takdir etmeye, ‘’ince’’ye özenmeye devam ettikçe kadın olarak o yaklaştığımızı sandığımız fırsat eşitliğine hiçbir zaman ulaşamayacağız.

Bugün dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor fakat kadınlar toplam gelirin %10’una, toplam mal varlığının ise yalnızca %1’ine sahip. Ancak modern kadın ‘’güzellik’’ etiketinden kurtulup toplumun şekilciliğini beslemekten vazgeçtiği sürece bu istatistikler gelişebilir; kadın, şekli yerine fikrine odaklandığı takdirde gerçek özgürlüğünü elde edebilir. Aksi halde modern kadının ince bilekleri güzellik ölçütlerinin prangalarına bağlı kalmaya mahkum.

Sevde Kaldıroğlu

19.03.12


[i] Ali Luke’un ‘’Celebrating Women with Curves: A Historical Perspective’’ adlı makalesinden esinlenilmiştir.

[ii] Bkz. Laura Cummings’in BBC News web sitesindeki ‘’The Diet Business: Banking on Failure’’ adlı haberi:

http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/2725943.stm

Çok Satanlar ve Başyapıtlar Üzerine

Mayıs15

Son zamanlarda benimsenmiş bir yanılgıdan oldukça rahatsızım. Kitapçıların ‘’çok satanlar’’ bölümünü süsleyen eserler öyle çok olumsuz eleştiriye maruz kalıyor ki yapıtların yazınsal değerlerinin yanı sıra onları okuyan modern okur da ‘’seçkin’’ yazarlar, eleştirmenler ve ‘’bilinçli’’ okurlar tarafından sığ olmakla suçlanıp yerden yere vuruluyor. Bu yergilere dayanak olarak da –Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ * yazısında yaptığı gibi– gelmiş geçmiş en iyi eserlerden kabul edilen, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i gibi başyapıtlarla yapılan karşılaştırmalar öne sürülüyor.

Bu noktada herhangi bir eleştiri yapmadan önce bu çok satan yapıtların neden çok sattığını incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Nedenleri arasında belirli bir yazarın medya tarafından sürekli öne çıkarılması; röportajlarda, söyleşilerde emeğinin ötesinde bir ayrıcalıkla sık sık yer alması olabilir. Ancak ‘’seçkin’’ edebiyatçılarımızın göz ardı ettiği unsur, yapıtların yalnızca medyanın pohpohlamasıyla yüz binlerce okur tarafından beğenilip zirveye tırmanamayacağı gerçeğidir. Çok satan –diğer deyişle gözde– yapıt yazınsal dil bakımından ‘’Suç ve Ceza’’ ile pekala yarışamayabilir, hatta seçkin bir edebi dile bile sahip olmayabilir. Ancak ”her yazınsal yaratının işlevi insanı, insana anlatmaktır’’ ** diyorsak bu gözde yapıtların da bir şekilde insanı farklı yönleriyle okura anlattığını; yazarın, yarattığı fantastik ya da gerçekçi ama özgün karakterleriyle okur arasında bir bağ kurmayı başardığını kabul etmek gerekir. Çok satan fantastik romanların okurun düş gücünü beslediği ve gerçekdışı öğeler aracılığıyla gerçek olan insani özellikleri sorgulatarak ‘’insanı, insana anlatma’’ işlevini yerine getirdiği söylenebilir. Öte yandan çok satanlar arasında günlük yaşamın içinden olan ve pek çoğunca ‘’hafif ve edebilikten uzak’’ olmakla suçlanan yapıtların, okuru, günlük hayattaki tuhaf, gülünç ve sıradan eylemlerini fark etmeye, bunları sorgulamaya yönelttiği ve bu sıradan ayrıntılarda gizli olan modern insanın tuhaflıklarına yalın ve içten bir anlatımla dikkat çektiği yadsınmamalıdır. Nitekim bu denli büyük bir okur kitlesinin beğenisini kazanmak –bu kitleyi ‘’sığ ve bilinçsiz’’ olarak da görebilirsiniz tabii– her yiğidin harcı olmasa gerek!

Çok satan yapıtların ardındaki unsurlara kabaca değinmiş olarak ‘’Neden bu yapıtlar çok satıyor?’’ sorusunda ufak bir değişiklik yapıp ‘’Neden yalnızca bu yapıtlar çok satıyor?’’ konusuna geçebiliriz sanırım. Çok satan romanların edebi değerine yönelik gözü kapalı yapılan taşlamalara ne kadar karşıysam, yazınsal olarak yalnızca çok satan romanlardan beslenen okur kitlesine de o kadar karşıyım. Çok satan romanları hiç kaçırmadan takip eden pek çok okurun Dostoyevski’den, Tolstoy’dan, Bronte kardeşlerden, Shakespeare’den ya da bunlar gibi yazarların başyapıtlarından neredeyse hiçbirini okumamış olması ironik olduğu kadar –ne yazık ki– gerçek de. Ancak bu noktada suç, tek başına okurun değil. ‘’Klasikler’’ olarak adlandırdığımız bu başyapıtlar çok satan romanlara gösterilen ilginin onda birini görse toplumsal olarak yazınsal kültürümüzün önemli ölçüde yükseleceğine inanıyorum. Bunun da ötesinde klasiklerle ilgili düşülen önemli bir yanılgı olduğu görüşündeyim. Klasiklerle ilk olarak yaşamınızın hangi evresinde karşılaştığınızı anımsayın. Bu noktada benim aklıma ilkokul ikinci sınıfta kitaplık kolu olduğum zamanlar geliyor. Sınıfımızın kitaplığında klasiklerin kısaltılmış basımları bulunurdu; biz de her hafta bir klasik alır, okurduk. Charles Dickens’ın Oliver Twist’ini, Victor Hugo’nun Sefiller’ini o yaşta okumuştum. Ayrıca ‘çocuklar için klasikler’ niteliğinde bir dizi kitap alıp bitirmiştim. Peki ne işe yaradı? Okumayı henüz söktüğüm o yaşlarda bu başyapıtlardan hiçbir şey anlamadığım gibi ‘’klasik’’ sözcüğünü ‘’sıkıcı’’ sözcüğüyle eş anlamlı sanıp o yaşta okuduğum klasiklerden tekini bile bir daha elime almadım. Nitekim henüz benliğinin farkında olmayan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğa, klasikleri okumanın katacağı pek bir şey olmadığını ancak şimdi anlıyorum. Üzücü olan şu ki benim gibi pek çok kişi klasikleri o kadar küçük yaşta değil de 14-15 yaşlarında okumaya başlasa hem bu başyapıtlar ‘’sıkıcı ve anlaşılmaz’’ olarak nitelenmekten çıkıp hak ettikleri değere kavuşacak hem de belki de pek çok okurun baş ucu kitabı olarak çok satan romanların yerini alabilecek. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı ‘’100 Temel Eser’’ adı altında ilkokul çocuklarını kısaltılmış klasikleri okumaya teşvik etmeye, öğretmenler de bunları ödev olarak okutmaya devam ettikçe başyapıtlar ‘’sıkıcı’’ damgasından kurtulup asla ilkokul sıralarının ötesine geçemeyecek. Nitekim çok satan romanlar kitapçıların girişlerini süslerken başyapıtlar arka raflarda tozlanmaya devam edecek.

* Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısı Sözcükler dergisinin 36.sayısında yer almıştır.

** Bu tümce, Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısından alıntıdır.

 

14.04.12

Yeri: Deneme, Edebiyat | Çok Satanlar ve Başyapıtlar Üzerine için yorumlar kapalı

Kültürler Arası Etkileşimde Edebiyatın Rolü

Mayıs2

Doğuş Üniversitesi IV.Liseler Arası Edebiyat Yarışması
”Kültürlerin Buluşması ve Edebiyat” konulu deneme dalında birincilik ödülü

‘’Kültürler arası etkileşim’’ günümüzün gözde kavramları arasında yer alıyor. Farklı kültürlerin bireyleri gerek teknolojinin sunduğu olanaklarla kitle iletişim araçlarını kullanarak gerekse bizzat gezip görerek birbirleriyle tanışıyor ve etkileşiyorlar. Böylece kültür alışverişi yoluyla birbirlerinin toplumlarına çeşitli ‘yeni’ değerler kazandırıyorlar. Sonuç olarak birbirinden etkilenen kültürler pek çok farklı kültüre ait öğeleri bünyesine katıyor. Ancak her ne kadar bu kültürel etkileşim başta internet olmak üzere çoğunlukla teknolojik gelişmelere mâl edilse de belki de daha sessiz, daha yavaş fakat uzun vadede daha etkili ve kalıcı bir etken olan edebiyatın rolü çoğu zaman göz ardı ediliyor. Dil, kültürün temel öğelerinden biri olarak benimseniyor; farklı dilleri öğrenen birey farklı kültürleri de öğrendiğini sanıyor, ancak dilin içi edebiyatla dolmadıkça kültürel etkileşimin tam olarak gerçekleştiğini söylemek güç. Nitekim geçmişte de edebiyat farklı kültürlerin buluşmasına tanıklık etmiş, daha da ötesinde teknolojinin geri kaldığı dönemlerde bile bu buluşmada rol oynayan en önemli etkenlerden biri olmuştur.

19.yüzyılda Osmanlı’da Tanzimat Devri ve ardından gelen Servet-i Fünun Dönemi Osmanlı-Fransız kültürel etkileşiminde yazınsal ürünlerin payını belirtmek adına önemli bir örnektir. İbrahim Şinasi gibi Osmanlı yazarlarının belli bir süre Fransa’da yaşayıp Fransız yazınından eserleri çevirerek Osmanlı toplumuna kazandırmalarını iki kültürün etkileşim sürecinden bağımsız saymak mümkün değildir. Yusuf Kamil Paşa’nın François Fénelon’un Les Aventures de Télémaque adlı eserini çevirdiği Tercüme-i Telemak ya da Şinasi’nin Fransız şiirlerini çevirdiği Tercüme-i Manzume gibi yapıtların Fransız kültürünün tanınmasına ve Fransız kültüründen etkilenilmesine katkısı büyüktür. Çevirilere koşut gelişen roman türü gerek tür olarak Fransız yazınından gelmesiyle gerekse içerik olarak barındırdığı Fransız kültürel öğeleriyle Osmanlı toplumunun batılılaşmasında, bir anlamda Fransızlaşmasında etkili olmuştur. Bu süreç Servet-i Fünun döneminde kullanılan Fransız nazım biçimleriyle devam etmiş, Fransızca söz dizimi kurallarının Türkçeye uygulanmasıyla pekişmiştir.

Bu noktada, edebiyatla birlikte dilin de Fransız kültüründen etkilendiğini söylemek mümkünse de kültürler arası etkileşimde dilin payı ile edebiyatın payı arasındaki ayrımı yapmak gerekir. Tıpkı o dönemde Osmanlı toplumunda eğitimli bireylerin Fransızca bilmesi gibi günümüzde de insanlar başta İngilizce olmak üzere farklı diller öğrenmektedir. Ancak dil öğreniminin kültürel etkileşimde tek başına büyük rol oynadığı söylenemez; çünkü bir kültürü tanımanın ve benimsemenin yalnızca o kültürün dilini öğrenmekle gerçekleşmesi olanaksızdır. Bireyin bir toplumun içinde bir müddet yaşamadan o kültüre ait öğelerin tümünü veya bir kısmını benimsemesinde dil öğreniminden öte edebi yapıtlar büyük ölçüde etkilidir. Bu bağlamda edebiyatın internet, televizyon ve sinema gibi görünürde daha kapsamlı ve daha yaygın araçlardan ayrımı, okurun özellikle roman gibi edebi türlerin yarattığı karakterlerle özdeşleşebilmesini daha kolay ve zaman zaman kaçınılmaz kılmasıdır. Birey, internette, televizyonda ve sinemada farklı kültürleri temsil eden karakterleri görür, tanır ancak romanda dünyaya onların gözünden bakabilme olanağına sahip olur, onlarla empati kurar ve -bir süreliğine- yansıttıkları kültürün bir parçası olur. Özellikle 1.tekil kişi bakış açısı bu anlamda empatiye ve dolayısıyla kültürel etkileşime en çok olanak sağlayan tekniktir; ancak diğer bakış açıları da -okura roman boyunca karakterlerin yaşamlarında bulunabilme fırsatı verdiğinden- oldukça etkilidir. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i, Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’i ya da Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı adlı romanı 19.yüzyılda İngiliz toplumunda baskın bir şekilde görülen sınıf ayrımını, olay örgüsünün arka planında okura sunar. Okur, İngiliz kültürünün farklı sınıflara biçtiği değerleri bu romanlar aracılığıyla görür, farklı sınıflara ait karakterlerle –Uğultulu Tepeler’in yetim Heathcliff’i, Jane Eyre’in zengin Bay Rochester’ı ve Bir Noel Şarkısı’nın cimri Scrooge’uyla- empati kurar. Aynı şekilde 16.yüzyıla ait olan, Shakespeare’in Venedik Taciri adlı yapıtında okur, Shylock karakterinde Yahudileri İngiliz bakış açısından –dönemin İngiliz kültürüne ait ön yargılarla ve inanışlarla- görür.

Edebi yapıtlar bu şekilde ana kültürel öğelerin yanı sıra kültürlerin birer parçası olan günlük yaşama ait ayrıntıları da bu kültürel etkileşim sırasında okura aktarır. Uğultulu Tepeler’de kahya Joseph’in sabahları yaptığı ‘’porridge/sütlü yulaf lapası’’nın İngiliz mutfağına özgü bir yemek olması ve Sait Faik Abasıyanık’ın Mahalle Kahvesi adlı öyküsünün geçtiği kahvehanenin, tipik bir Türk kahvehanesini yansıtması edebi yapıtların okura sunduğu kültürel ayrıntılara birer örnektir.

Edebiyatın kültürleri yansıtma yetisi bu yetiyi başarıyla kullanan toplumlarda görülmesiyle olduğu gibi edebi anlamda gelişememiş toplumların kültürlerinin tanınmasındaki eksiklikle de kanıtlanabilir. Örneğin İngiliz, Amerikan ya da Fransız kültürü bu denli yaygınken Afrika kültürünün bilinmemesi düşündürücü olduğu kadar olağandır da. Nitekim bunda Uganda ya da Kenya gibi Afrika ülkelerinin edebi anlamda eksik olmalarının tek etken olduğu savunulamaz; ancak pek çok yönden gelişmemiş olan bu ülkelerin kültürlerini dünyaya tanıtmalarına imkan sağlayacak ileri düzeyde bir yazın dünyalarının olmamasının bu kültürel etkileşim eksikliğine neden olan etmenlerden biri olduğu söylenebilir.

Teknolojik gelişmelerle son yüzyılda artan kültürlerarası etkileşim aslında yüzyıllardır büyük ölçüde edebiyat yoluyla devam etmiştir. Kültürler arası etkileşim günümüzde kitle iletişim araçlarıyla ivme kazanmışsa da halen edebi eserlerle daha gösterişsiz, sessiz fakat daha sağlam adımlarla sürmektedir. Bugün Türk kültürü de Orhan Pamuk gibi başarılı yazarlarla dünyaya açılmakta ve Türk edebiyatıyla başka kültürlerden etkilendiği kadar başka kültürleri de etkilemek üzere kültürel etkileşim yolunda hızla ilerlemektedir.

Sevde Kaldıroğlu

01.04.12

« Older EntriesNewer Entries »