Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Beğeni Kaygısı

Mart24

“Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.”

Ne yürekli sözler Leyla Erbil’in söyledikleri! Kendi dilini, metnini yaratmaktan öte hiçbir çıkar gütmeyen, neredeyse ütopik denebilecek bir yazın şekli. Erbil’in sözlerinde saygı duyulası bir yücelik, yüreklilik ve tokgözlülük yatıyor aslında. Öyle ya yazma sürecinde anın sınırları içinde kalmayı başarıp noktadan ötesini düşünmemek kulağa geldiğinden de epey zor bir beceri. Ödülü ise kayda değer: yalnızca kendi için var olan, saf, cüretkar ve güçlü, çok güçlü bir yazı. Bu ödüle gerçekten sahip olabilen kaç kalem, kaç yazar vardır, kestirmek güç; tam anlamıyla bilmek ise—bana sorarsanız—olanaksız. Kendim için konuşmak gerekirse, okuru bir kez bile düşünmeden yazdığım bir yazı dahi olmadı, diyebilirim açıksözlülükle. Ancak çocukluktan beri süren yazma serüvenimde okur ve beğeni kaygısını kalemimin ucundan ta zihnimin berilerine kadar itelemeyi başardım. Boyutunu küçülttüm, sınırlarını daralttım ama yok edemedim; hiç yok edebilecek miyim peki? Belki yıllar geçtikçe kalemim piştikçe başaracağım bunu, belki de pek çoğumuz gibi hiç başaramayacağım.

24.02.13

Yeri: Deneme, Edebiyat | Beğeni Kaygısı için yorumlar kapalı

Kendi

Şubat9

Yağmurda ıslanan insanları seviyorum. Kıyafetinin vücuduna yapışmasına aldırmadan. Ya da paçasını boyayan çamura. Yalnızca tenindeki damlaları hissederek. O serin ıslaklığı özümseyerek. Güzel görünmeye çalışmadan. Yanından geçenlerin ne düşündüğünü umursamadan. Şu koca şehrin beton sokaklarında kendi olabilen. Üşüyen ve gülümseyen insanları. Yürekli. Harbi. Kendi. Yağmurun getirdiği o toprak kokusuyla beslenen. Doğal. İçten insanları. Doğayı seven. Birbirini seven. Islak, kusurlu, günahkâr bedenlerini seven insanları. Yağmurdan kaçmayan. Yağmuru kucaklayan insanları. Çünkü bütün kara bulutlarıyla, şimşekleriyle, gök gürlemeleriyle, bu sonsuz gökyüzü, onların.

08.02.2016

İki Kişilik

Ocak19

‘Pardon, iki kişilik yer ayırtmıştım da’

Hafif çekingen ve tereddütlü yanıtımla birlikte, beyaz gömlekli garsonun sorgulayan ifadesinin yerini nazik bir tebessüm alıyor.

‘Şöyle buyrun hanımefendi’

Nedendir bilmem, ‘hanımefendi’ hitabı halen tuhaf geliyor kulağıma. O ufaktan sinir bozucu ‘küçük hanım’ hitabından, yalnızca ‘hanım’a, üstelik oradan da öte ‘hanımefendi’ye ne ara terfi ettim, belirsiz.

Bize ayrılan masa cam kenarı. Yerinde bir seçim; ne de olsa O gelince, ikimizin de lokma aralarında camdan dışarıya gözlerimizi kaçırmaya, manzaranın güzelliğine dalmış numarası yapıp derin, tedirgin nefeslerimizi camın soğuk buharına yaslamaya oldukça ihtiyacımız olacak. Ya da belki de yalnızca kendi adıma konuşmalıyım. İkinci çoğul şahıs ekini O ve ben için kullanmayalı öyle çok zaman oldu ki belki de bu eke, bu iki yabancılaşmış kişiliğin yeniden sığabileceğini düşünmem bile, komik ve acınası.

Garsonun kibarca çektiği sandalyeye oturur oturmaz içimi inceden bir ürperme kaplıyor. O her zaman rüyalarıma giren sahnelerden biri değil bu. Her şey gerçek, hem de fazlasıyla. Buradayım, bu restoranda, bu iki kişilik masada ve O’nun gelmesi an meselesi. Artık uzakta değilim, aynı şehirdeyim O’nunla. Adresi biliyor, şu an nerede olduğumu, ve fark ediyorum da, bu çok yabancı bir duygu bana, bunca zaman binlerce kilometre uzakta yaşadıktan sonra. Dilimin kuruduğunu hissediyorum, bu gece ona ne çok ihtiyacım olacak oysaki. Ne güzel cümleler, ne ince elenmiş sözcükler tasarladım onun için; ne çok söyleyeceği şey var bu kuru dilin bu gece.

‘Bir bardak su alabilir miyim?’

‘Hemen efendim’

Şu anda şu köşedeki kapıdan girse, ne olur acaba? Nasıl görünür gözüme? Belki kilo almıştır, ya da vermiştir—göbekli midir hala? Saçları eskisi kadar siyah mıdır, yoksa beyazlamış mıdır? Belki dökülüyordur bile, bakarsın azıcık kel bile kalmıştır, kim bilir. Ama yine de yumuşacıktır o incecik saçları. Yine dizime uzansa, ellerimi okşar saçları.

Masaya konan bardağı ancak fark ediyorum. Titreyen ellerimle uzanıp bir yudum alıyorum. Sonra bir yudum daha. Bir bakmışım, bardak boşalmış. İçimdeki ürperme suyun soğuğuyla ikiye katlanıyor. Boş bardağı son bir defa ağzıma götürüyorum; bir bakarsın, belki bir damla daha kalmıştır. Belki yalnızca boş görünüyordur, belki camın saydamlığı aldatıcıdır. Kim bilir nice okyanuslar gizlidir o boşluğun ardında, görünüşe kanmamak lazım. Bardağı ağzıma 90 derece dayayıp öylece kalıyorum bir süre, son damlanın dudaklarıma doğru çizdiği yolu izliyorum. Ve bekliyorum. Umutla, hevesle, açlıkla. Bekliyorum.

‘Başka bir şey arzu eder miydiniz?’

Bardağı bir hışımla masaya bıraktığımda, geldiğimden beri dokunmadığım menü ilişiyor gözüme.

‘Yok, ben aslında birini bekliyorum’

‘Peki öyleyse’

Masayı terk ederken bardağı da götürüveriyor genç çocuk. Bir şey dememe kalmadan soldaki kapıya doğru ilerliyor.

İçimdeki ürpermeye karşın bir anda bir ateş basıyor, öyle ki tenim buharlaşıyor sanki. Halen çıkarmamış olduğum kalın kırmızı paltomun düğmelerini hızla açıyor, paltoyu vücudumdan sıyırıp sandalyeme giydiriyorum. Zaten düzgün olan, annemin özenle ütülediği açık pembe kazağımı gereksiz bir çabayla kenarlarından çekiştirerek düzeltip iyice ısınmış olan sandalyeye bir daha oturuyorum. Kazağım oldukça sade, yakası boğazıma kadar geliyor, kollarıysa bileklerime. O’nun bana eski günlerde aldığı kazaklardan, yalnız birkaç beden büyük bu kez. Modaya çok uygun olmasa da kullanışlı, sıcak tutuyor. Kaşmir, desensiz, dekoltesiz. Kadınsı değil, düzgün. Bu akşama uygun. Önemli olan bu.

Önümde uzanan menüye ilişiyor ellerim. Şöyle bir kaldırıp listelenen yiyeceklere bakıyorum. Ama boşuna. Şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, menüye çok bakmaz O, ne alacağını bilir. Her zamankinden. Listeye bir iki göz gezdirse bile, kahvaltı için değilse, çorba tarafına çok gitmez gözü. Ama ana yemek ne kadar büyük olursa olsun, zeytinyağlılarda yaprak sarma varsa, onu mutlaka ısmarlar. Sarmayı ne çok sever; bir keresinde bir dostum yaprak sararken O’na da bir kase ayırıvermişti, gözleri dolmuştu garibimin. Ben ona hiç oturup yaprak sarmadım. Öyle işlere gelemem ben, bayar beni, sıkılırım. Şimdi olsa, şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, yeter ki şu kapıdan girse ve karşıma otursa, işte o zaman saatlerce sarma sarabilirim O’na, bıkmadan, usanmadan, şikayetlenmeden. Yeter ki—

‘Kuru fasulyemiz çok ünlüdür, isterseniz’

Dar beyaz gömlekli delikanlıya dönüp ‘Teşekkürler’ diyorum, yüzüme iki beden büyük gelen, kendini beğenmişliğe vuran bir öz güvenle, ‘Biraz daha bekleyeceğim.’

Genç çocuk yanımdan ayrılır ayrılmaz yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Bu gereksiz gerginliğin sebebi ne? Kendine gel, kızım. Elin garsonuna tavır yapmanın bir anlamı yok.

Paltomun cebine uzanıp telefonumu çıkarıyor, masanın üzerine bırakıyorum. Bir dokunuşla tertemiz deniz manzarası aydınlanıveriyor. 18:16. Sayılar önemsiz. O hep geç kalır zaten, adeti budur. Bizim evin önünden her alışında az mı bekletti beni. Bir keresinde otobüs garında üç saat beklemiştim, aç ve oruçlu, bir Ramazan sabahı. O’nun da suçu değil tabii, şarjım bitmişti benim, haberi yoktu yani saatlerce yanımda dikilenlerin sigara dumanını avuç avuç yediğimden—orucumu da istifimi de bozmaksızın.

18:17. Tam 17 dakika. Ama doğru ya, sayılar önemsizdi. 17 önemsiz, tıpkı az sonra 18’in önemsiz olacağı gibi. Ve 19’un. 19 yaş da önemsiz, bakmışsın hemen 20 oluveriyor; bir de bakmışsın, bir koca yaş O’nsuz geçiveriyor. 21 de önemsiz mesela, 21 Şubat da. Bak, 18:22 oluvermiş bile, anlamamışsın. Ya da 23. 23 Aralık. Hepsi numara bunların, hepsi anlamsız.

‘… Usta’nın Dünyaca Ünlü Kuru Fasulyesi’

Menünün üzerine büyük harflerle işlenmiş bu sözcükler. Dünyaca ünlü mü bilinmez ama pek lezzetlidir bilirim. İlk O’nunlayken tatmıştım bu şeker fasulyesini. Ta İspir’den getiriyorlarmış bunu, lezzetinin sırrı da tereyağında pişirilmesindeymiş. Sonra pek çok kez geldik buraya O’nunla. O, menüye bile bakmaz, kuru fasulyeyi hemen ısmarlardı. Ben yanına tereyağlı pirinç pilavı alırdım. O ise ne kadar canı çekse de şekerine dikkat eder, bulgur pilavı söylerdi. Sonra da benim tabağıma uzanır, çok sevdiği pirinçten birkaç kaşık çalardı. Arada bunu şakaya vurur, görmeyeyim diye tabağıma gizliden yanaşır gibi yapardı. Göz göze gelir, gülüşürdük. Gülünce gözleri kısılırdı. Gerilen kirli sakallı yanaklarının ortasında beyaz porselen dişleri görünürdü. Tek tek incelediğinde yüzünün hiçbir yeri benzemese de güldüğündeki bakışı tuhaf bir şekilde beni andırırdı. Gamzelerim ona çekmiş, öyle derlerdi. Bu yorum, beni hep rahatsız ederdi; kan bağı da olsa bir erkeğe benzetilmeyi tuhaf bulurdum. Şimdi düşünüyorum da, gülüşümü hiç bu kadar sevmemiştim, gamzelerimi de.

Parmaklarımın sıkıca kavradığı menüyü beyaz masa örtüsünün üzerine geri bırakıyorum. Sonra o müzik çalmaya başlıyor. Beynimin çeperlerine hapsolmuş o müzik. Concierto de Aranjuez por Rodrigo. Küçüktüm bayağı, araba sürüyordu O, bense arka koltuktaydım. Bu klasik müzik konçertosunu çalmıştı arabanın teybinde. Sonra bir daha çaldı. Sonra bir daha. Sevdim, dedim O’na. Sevmiştim, fakat O hiç bilmedi ötesini; O’nunla ilgili tüm hüzünlerimi, Rodrigo’nun gitarının o ince titreşimleri arasına gizlediğimi. Çok, çok uzun süre, O hiç bilmedi. Çünkü söylemedim. Söylemedim ve O vardı. Sonra bir gün, söyleyiverdim. O yok oldu. Ve 18:36’da, O halen yoktu.

‘Müessesemizin ikramı efendim’

Beyaz kollu bir el önüme ince belli bardakta bir çay koyuveriyor. Müziğin gölgesinde teşekkür sözcükleri kuru dudaklarımın iç çeperine saklanmış; hiçbir şey diyemiyorum. Fakat ölesiye merak ediyorum; garson çocuk da duyuyor mu bu müziği? Yoksa onun dünyası sessiz mi, belki daha huzurlu, daha az fırtınalı? Ya da belki de onun, suratına bakan boş sandalyeler olmamıştır hiç, ya da umarsızca ilerleyen sayıları, günleri, ayları, yılları. Belki onun içtiği çaylar hiç böyle yalnız kalmamıştır; ince belli, tavşan kanlı, dumanı tüten, fakat bir başına.

Elim ister istemez telefona uzanıyor. Bu kez mavi deniz manzarasını hızla yok ediyor, yeşil konuşma baloncuğuna tıklıyorum. İletildi sözcüğünü arıyor gözlerim, fakat bulamıyor. Okundu yazıyor yalnızca. Ve yanında birkaç sayı. Sayılar önemsiz. 7 önemsiz bir sayı mesela, 7 saat de öyle. Okundu. Bu yeterli.

Bardağı ince belinden tutup avuçlarımın arasına alıyorum. Müzik uzaklaşıyor yavaş yavaş. Kulaklarımı ufaktan bir uğultu kaplıyor. Çayın kaynar dokusu ellerimi yakıyor. Parmaklarımı kıpırdatmıyorum. Görüşüm bulanıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Bardağın ateşten duvarına yapışmış ellerim, acıyor inceden. Parmaklarım acıyor. Canım acıyor. Susuyorum. Dinliyorum, uzaklaşan müziği ve kulaklarımı karıncalandıran uğultuyu. Neden sonra müzik diniyor. Uğultu yok oluyor. Ne ara açıldığını bilmediğim pencereden birkaç korna sesi çalınıyor kulağıma. Soğumuş dolu çay bardağını bırakıp ayağa kalkıyor, paltomu koluma alarak çıkış kapısına ilerliyorum.

Sevde Kaldıroğlu
17 Ocak 2016, Pazar

Yeri: Deneme, Edebiyat, Öykü | İki Kişilik için yorumlar kapalı

Felaket Tellali

Temmuz28

“Kastamonu’nun bir köyünde bir çiftçiye ayı saldırmış, adam ölmüş!’

Annem bu sözleriyle şenlendiriyor sahur soframızı, “akıllı” telefonunun ekranından gözünü ayırmadan. “Ee peki” diyorum, “n’apayım?” Bunun üzerine duyarsızlıkla suçluyor beni annem. Benim, diyor, annem babam Kastamonu’da, endişelenmeyeyim mi?

Peki ama anneciğim, sen şimdi bana her zamanki gibi felaket haberini yetiştirdin de ne oldu? Huyum kurusun, annemin bu sözünün üstüne işi cıvıklığa döküyorum iyice.

“E iyi o zaman ben hemen bir dilekçe yazayım, Kastamonu Belediyesi ayılarına sahip çıksın. Olmadı, çiftçilere sahip çıksın. Hatta olmadı, dağ köylerinde ayı tehlikesinden dolayı yerleşim yasağı koysun.” Annem ters ters bakıyor; her zamanki gibi sarkastik yorumlarım hoşuna gitmedi. Gözlerini deviriyor bana.

“Ya da” diyorum, daha mantıklı bir şey söyleyecek gibi, “anneannemleri arayayım, köyden dönsünler, bir daha da gitmesinler.” Annem de tıpkı benim bu sözleri söyler söylemez fark ettiğim gibi dilekçe fikrinin buna kıyasla daha gerçekleştirilebilir olduğunu anlıyor ve devirdiği gözlerine ek olarak bir çizgi halinde kıstığı dudaklarıyla fikrini açıkça belli ediyor.

Ben de sonunda alaycılığı kenara bırakıp ani itirazımın nedenini açıklıyorum. Şimdi ben bu kötü haberi öğrendim de ne oldu? Buna bir çözüm getiremeyeceğim apaçık belliyken bir de bu çözümsüzlüğü fark etmemin üzerine ölen adamcağıza bir fatiha üç kulhüvallah mı okusam, yoksa üzerime çöken bu olumsuz haberin olumsuz enerjisinden kurtulmaya mı çalışsam ya da aklımda beliren, ayının masum, ufak tefek köylü bir adama saldırması görüntüsü eşliğinde duygusal destek amaçlı hafiften abandığım tahin helvayı rahat mı bıraksam, bilemiyorum.

“Olumsuz enerji” diyorum en sonunda. “Felaket tellali gibi olumsuz enerji yayıyor işte bu kötü haberler.” Annem, “ne duyarsızsın ya!” anlamına geldiğini adım gibi bildiğim bakışlarının eşliğinde “peki” diyor yalnızca.

Ve ezan okunuyor. Hadi bakalım, ayı derken, çiftçi derken, su içemeden sahuru da geçirdik, iyi mi?

27.07.14

Yeri: Deneme, Edebiyat, Öykü | Felaket Tellali için yorumlar kapalı

En çok okunanlar ve beğenilenler

Şubat25

Evet, Sevde’nin Günlüğü 5.yaşından gün alıyor. Ne ilginç, daha dün gibi geliyor bu blogu açtığım gün—yani 1 Şubat 2010. Yüreği pır pır atan bir lise birinci sınıf öğrencisiydim o zaman. Bugünlere Sevde’nin Günlüğü ile gelmek nasipmiş. Çok şükür diyorum, halen yüreğim pır pır atıyor. Hatta yazdıkça çizdikçe daha bir heyecanla atıyor gibi geliyor bana. Kalemimin de zihnimin de içi doldukça; yeni dünyalar, yeni insanlar keşfettikçe coşkum da artıyor. Ne diyelim, çok şükür…

Bu noktada, lafı uzatmadan, blogumun istatistiklerini özenle inceledikten sonra ortaya çıkardığım listeleri sunmak istiyorum size. Kendimce bu beş yıl içinde yazdığım yazılar arasından en çok beğenilenleri* ve en çok okunanları listeledim. Ortaya ilginç sonuçlar çıktı açıkçası. Nitekim bana en beğendiğim yazılarımı sorsanız benim yapacağım liste muhtemelen çok farklı olurdu. Ama tabii ki takdir okurun. Sevde’nin Günlüğü’nü bugünlere getirmemi sağlayan tüm okurlarıma teşekkürlerimi sunarak sizleri listelerle baş başa bırakıyorum.

Sevde’nin Günlüğü
en çok beğenilenler –genel

1. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
2. Gün Batarken
3. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
4. Kadınım
5. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
6. Ankara Yolculuğu
7. Gereği düşünüldü!
8. Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü
9. İstanbul’da Bir Yalnız
10. Defter
11. Mekanik
12. The Twilight Saga/Alacakaranlık Efsanesi
13. Bir Bardak Siyah Çay
14. Korku
15. Maske

en çok beğenilenler –şiir

1. Gün Batarken
2. Kadınım
3. Gereği düşünüldü!
4. İstanbul’da Bir Yalnız
5. Defter
6. Mekanik
7. Bir Bardak Siyah Çay
8. Korku
9. Bir Pembe Düş
10. Bir Rüzgar Çıksa

en çok beğenilenler –düzyazı

1. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
2. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
3. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
4. Ankara Yolculuğu
5. Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü
6. The Twilight Saga/Alacakaranlık Efsanesi
7. Maske
8. Kabin
9. Şiirimin Hikayesi – Bir Rüzgar Çıksa
10. Gri-Kırmızı Kaldırım Taşları

en çok okunanlar

1. Ayvalık’ta nereye gidilir, ne yenir, ne içilir?
2. “Beklenen” Şiir Eleştirisi
3. Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm
4. Victoria Dönemi ve Jane Eyre
5. Therese Raquin ve Natüralizm

*En çok beğenilenler, yazıların altında bulunan “Beğendim :)” ikonuna tıklanma sayısına bakılarak hesaplanmıştır.

“Mezun”

Şubat8

Aralık’ta kış tatiline girince birkaç haftalığına Türkiye’ye geri dönme fırsatı buldum ve gider gitmez de lise yıllarımı geçirdiğim Enka’ya gidip okulun koridorlarında bir ‘mezun’ olarak gezinebilmenin zevkine vardım. Oldukça değişik bir deneyimdi gerçekten… Sözü fazla uzatmadan bu konuda Enka’nın Oceanus adlı okul dergisine yazdığım mezun yazısını paylaşıyorum sizlerle. Sanırım bir yerden mezun olmanın ve geri dönünce o nostaljik hisse kapılmanın ne demek olduğunu ancak yaşayınca anlıyor insan.

******************************

Ne tuhaf değil mi? Bundan yalnızca bir sene önce bu okulun koridorlarında okul üniformasıyla gezinen, sıralarında oturup ders dinleyen ben, şimdilerde “mezun” olmuşum. Üstelik bir de bahsettiğim dönemde editörlüğünü yaptığım, günlerce bilgisayar başında oturarak kulüp arkadaşlarım ve öğretmenlerimle birlikte yazılarını bir bir incelediğim, düzenlediğim bu derginin “Mezunlarımızdan” köşesine konuk yazar olmuşum; inanılacak gibi değil doğrusu.

Neden mi dersiniz? Şöyle açıklayayım: Enka’dan sevinçle mezun oluyoruz önce, kepleri atıyoruz, balomuzu yapıyoruz, sonrasında lise yaşamını noktalandırmanın mutluluğuyla bomboş (gerçekten bomboş) ama “lise bitti, artık üniversiteliyim” tadında heyecan içinde bir yaz geçiriyoruz. Sonra üniversiteye adımımızı atıyor; artık yavaş yavaş o liseli çocukluğumuzdan kurtulduğumuzu, ergenden çok birer genç yetişkin olmaya doğru yol aldığımızı görüyor, kendimizle için için gurur duyuyoruz. Liseden arkadaşlarımızla belki bin beş yüz kez sözleşmemize rağmen, dersler diyor, ülkeler arası zaman farkı diyor, yoğunluk diyor, finaller diyor, bir şekilde istediğimiz sıklıkta görüşemiyor, konuşamıyor, yazışamıyoruz. Bu şekilde üniversitede bir dönemi devirdikten sonra kendimizi bir sene öncekinden “çok” farklı hisseder bir biçimde, bu kez bir “mezun” olarak Enka’nın kapısını çalıyoruz. İşte bu noktada balon patlıyor; aslında kendi kendimizi kandırmışız, hiçbir şey değişmemiş. Yine bu okulun koridorlarına adım atar atmaz her bir öğretmenin o küçük liseli öğrencisi oluveriyoruz. Dolapların önünden geçerken bile “Aa bu benim dolabımdı” diye bir anda sevindirikleşiyor, oradaki sonradan eklediğimiz ‘-dı’ takısının ne denli eğreti durduğunu düşünmeden edemiyoruz; sanki yine uzansak o dolabı açacağız ve aralarına gençlik heyecanlarımızı sığdırdığımız o raflara bu kez bambaşka deneyimler dizeceğiz. Halbuki unuttuğumuz bir şey var; bizim anahtarlarımız o kilitleri açmıyor artık, bizim devrimiz geçti, biz “mezun” olduk.

Hep böyle buruk bir tadı da yok mezun olmanın. Öğretmenler odasına adımımızı atabiliyoruz artık mesela. Hatta orada öğretmenlerimizle karşılıklı bacak bacak üstüne atarak oturup iki arkadaş gibi sohbet edip kaynatabiliyoruz. Ya da göğsümüzü gere gere, bir “rapor”a gereksinim duymaksızın okulun asansörlerinde fink atabiliyoruz (meğer bunu öğrenciyken yapmak zevkliymiş, şimdi bir numarası yok, o ayrı). Oditoryumda töreni en üst kısımda öğretmenlerin durduğu yerden izleyip tanıdık yüzler görüp gülümsüyor, tanımadık yüzler gördükçe de “Biz de yaşlandık artık” diyor, kahkahayı koyuveriyoruz.

Ama en çok da geride bir iz bırakabilmiş olmak hoşuna gidiyor insanın. Mezun olduğu o sıralarda kendinden izler görünce “iyi ki yapmışım” diyor insan; iyi ki hatırlanası şeyler yapmışım. Mesela ben üniversiteden eve ilk dönüşüm olan bu günlerde (eski) kitaplığıma gidiyor ve dosyalayıp kaldırdığım Oceanus dergilerini elime alıp incelemeye başlıyorum. Ne çok emek, ne çok heyecan, ne çok tutku saklı her birinin içinde. Özellikle de editörlük günlerimi anımsıyor; kendimle de, o zamanki dergi ekibimle de, beni bu göreve yönlendiren ve beni her daim destekleyen öğretmenlerimle de gurur duyduğumu hissediyorum. Sonra okulu bir mezun olarak ziyaret edişimde kulüp öğretmenlerimle konuşuyor, sanki kendiminmişçesine sahiplendiğim bu dergiyi emin ellere devrettiğimi fark ediyor, daha bir gururlanıyorum. Bir yandan da bu görevi üstlendiğim zaman “Bu dergi senin dergindir. İstediğin değişikliği yapabilirsin.” diyerek bana koşulsuz güvenen ve kendilerinin yıllar dolusu deneyimlerine aldırmaksızın, bir 17’liğin aldığı kararlara saygı duyabilecek kadar yüce gönüllü ve ileri görüşlü olmayı başarabilen kulüp öğretmenlerime de sonsuz bir minnet duyuyorum.

Sonra bakıyorum, geçen sene bir heyecanla öğretmenlerim ve arkadaşlarımla birlikte ilkini gerçekleştirdiğimiz Psikoloji Sempozyumu’nun şimdilerde ikincisi düzenleniyor. Hem de bu kez daha da büyük ve daha da coşkulu bir grup var arkasında; bu sene geçen seneden daha da güzel olacak. İşte bunları gördükçe “iyi ki” diyorum, “iyi ki o gün ders sırasında spontane bir şekilde ortaya çıkan bu fikir üzerine çalışmışım; iyi ki bunu yalnızca sözde bırakmamış, üzerine çabalamışım”. Şimdi düşünüyorum da bize sağlanan bu özgürlüğün—bu gerek bir dergi yaratmak olsun, gerekse bir sempozyum oluşturmak—bu yaratıcı anlamda kendimizi ifade edecek platformlar oluşturma ve projeler üretme özgürlüğünün o zamanlar ne kadar farkındaydık, işte bu tartışılır…

Ancak şimdi ilk “mezun” ziyaretim sonrasında Enka’dan ayrılırken geriye dönüp bu duvarlar arasında geçirdiğim günlere bakınca şunun için seviniyorum: Hiçbir “keşke”m yok; doğrularıyla da yanlışlarıyla da hep “iyi ki”lerle doldurmuşum Enka serüvenimi.

Değerli okur,
Dilerim sen de hep “iyi ki”lerle doldurursun bu koridorlarda geçirdiğin günleri; çünkü o zamanlar çok uzun gelen o günlerin aslında ne denli hızlı geçtiğinin sonradan farkına varıyor insan.

Sevgilerle,
Sevde Kaldıroğlu
2013 Mezunu

Bireyin, Kurgunun ve Yaşamın Yapı Taşı: Psikoloji

Temmuz19

1. ELPS

Aylar süren çalışmalar sonucu 23 Mart 2013 tarihinde başkanı olduğum 1. ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu’nu Enka Lisesi’nde gerçekleştirdik. Bu sempozyum fikrinin nasıl ortaya çıktığı ve neleri ele aldığı gibi noktalara değinen ve sempozyumun başlangıcında yaptığım açılış konuşmamı burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Sempozyumla ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz buradaki bilgi yazısını okuyabilir ve şu linkten de sempozyum sonucunda oluşturduğumuz bildirge kitapçığına ulaşabilirsiniz.

Bireyin, Kurgunun ve Yaşamın Yapı Taşı: Psikoloji

Psikoloji Sempozyumu

Merhaba,

Ben Sevde Kaldıroğlu. Özel Enka Lisesi’nde okuyorum, 12.sınıftayım ve IB (Uluslararası Bakalorya) programının ikinci senesindeyim. 1.ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu öğrenci komitesinin başkanıyım.

Sizlere bir psikoloji sempozyumu fikrinin nereden geldiğinden ve nasıl ortaya çıktığından bahsetmek istiyorum biraz. Bunun için de psikolojiyle tanışıklığıma değinmem gerek sanırım. Psikolojiyle ilk tanıştığımda 9 yaşındaydım. Herkes o yaşlarda evcilik oynar, bakkalcılık oynar söz gelimi; ben de “psikologculuk” oynardım. Oturturdum annemi karşıma, “hadi anlat derdini tasanı” derdim; sonra da bacak kadar boyumla çok biliyormuş gibi “Polyanna”vari öğütler verirdim anneme. Hatta annemin arkadaşları bizi gördüğünde bana mahsustan, ileride psikolog olduğumda bana geleceklerini söylerlerdi. Ben de kendinden emin bir tavırla şunu söylerdim daima: “Ben size bakamam çünkü psikologların hastalarını tanımıyor olmaları gerekiyor. Ama mutlaka sizi bir psikolog arkadaşıma yönlendiririm.” Bunu her deyişimde gülerlerdi, neden güldüklerini de bir türlü anlayamazdım. Arada da psikolog olmak istediğimi söylediğimde muzip bir tonla “Yani deli doktoru mu?” diyenler olurdu; çok şükür şimdilerde çok duymuyorum bu benzetmeyi, yaklaşık 10 senede toplumumuzun psikolojiye bakış açısında bir şekilde yol katedebilmişiz demek ki…

Böylece psikologluk rüyasıyla başladı psikoloji tutkum. Ancak daha sonra kalem aşkımı fark ettim, edebiyata sarıldım, yazdım, yazdım. Psikolojiye ne oldu derseniz, o hep oradaydı; kalemimle birlikte psikoloji tutkum da gün geçtikçe büyüdü. Nitekim kanımca edebiyatla kol kola yürür psikoloji. Bir edebi inceleme, karakterlerin ruhsal çıkmazlarını, düşlerini, düşüncelerini, farklı ruh hallerini irdeleyerek tüm bunların ardında onların bilinçaltında yatan itkiyi ortaya çıkarmayı amaçlamaz mı zaten? Aynı şekilde yazar, yarattığı karaktere ne kadar çok katman kazandırırsa, onun kişiliğini ne kadar çok farklı yönden işlerse o kadar güçlü kahramanlar çıkarır ortaya. William Shakespeare’in “Venedik Taciri”nde hem acımasız ve kindar hem de insancıl yönleriyle verilen Shylock karakterinin bir psikoloji harikası olmadığını kim söyleyebilir? Ya da Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı öyküsünde sık sık karşımıza çıkan ve Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” romanında özgün bir biçemle verilen “bilinç akışı” anlatım tekniğinin psikolojik bir ustalık göstergesi olmadığı iddia edilebilir mi? En başta yazar, insan ruhunun derinliklerine inmeden, her bir çıkmazda tek tek durup düşünmeden kendi yaratısına anlamlı bir derinlik katabilir mi? Tüm bunların yanıtı belki de şu noktada birleştirilebilir: Psikoloji, aslında edebiyat dünyasının olmazsa olmaz unsurlarından biri ve insana verdiği gibi, yazınsal ürünlere ve unutulmaz karakterlere de can veren belki de en önemli yapı taşı psikoloji.

Nitekim bizler 23 Mart 1. ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu’nda bu yapı taşının—psikolojinin—gizlerini çözmek ve onun sonsuz derinliklerinde biraz olsun yol katedebilmek niyetiyle bir araya geldik. Bu fikir ise bundan yalnızca 4 ay önce, sevgili hocam Gonca Alpargun ile psikolojiyle ilgisi olmayan bir derste psikolojiyle ilgisi olmayan bir konudan bahsederken düştü aklıma. Ülkemizde psikoloji anlamında yapılan çalışmalar çoğunlukla yükseköğretim alanlarında gerçekleştirildiğinden, bu sempozyum liselilere yönelik olacaktı. Bu şekilde biz gençlere psikolojik sorunları tartışmak için bir platform oluşturulabilecek, bu da psikoloji konusundaki bilgi ve duyarlılığın artmasına katkıda bulunabilecekti. Ufak bir fikirdi önce bu, sonra büyüdü, filizlendi; şimdi ise meyve veriyor. Okulumuzda ilk kez gerçekleştirdik bu çalışmayı ve ileriki yıllarda geliştirerek sürdürmeyi planlıyoruz. Ben bu sene mezun oluyorum, sonraki senelerde arkadaşlarım devam ettirecek bu projeyi. Ancak en azından çocukluk oyunlarımdan akademik tutkularıma dek yaşamımda uzun ve önemli bir süreç boyunca bana eşlik eden Psikoloji adına geride bir şeyler bırakabilmek, bu alanda parlak genç beyinlerde farkındalık yaratmaya katkıda bulunabilmek ve çorbada tuzumun olduğunu bilmek benim için unutulmaz bir haz. Umarım sizler de ilerleyen sayfalarda bu çalışmayla ortaya çıkardıklarımızı okudukça heyecanımıza tanık olur, bu hazzı benimle paylaşırsınız.

Teşekkürler,

Sevde Kaldıroğlu
Sempozyum Başkanı

23 Mart 2013

1. ELPS ekibi

Sempozyumda emeği geçen tüm arkadaşlarıma ve başta sevgili hocam Gonca Alpargun olmak üzere yardımcı olan tüm öğretmenlerime teşekkürlerimle…

« Older Entries