Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Dalından Meyve Toplamak

Eylül4

Bir hafta öncesine kadar bu zevki hiç tatmamıştım ben; sadece filmlerde görülür, kitaplarda okunur ya, bende de o misal. Ama bayram boyunca ailemle birlikte yaptığım küçük çaplı Türkiye turu sayesinde yaşadım bu deneyimi. Amasra, Kastamonu, Kapadokya, Eskişehir gibi pek çok yeri içine alan bir geziydi bu; spontane gelişti, plansızca gezildi, görüldü her yer. Zaten zevki de ordaydı.

Nitekim benim gibi yediği tek doğal şey markette ‘organik’ etiketiyle servet değerine satılan meyveler olan, böcekten korkan müşkülpesent bir şehirli kızın bağa, bahçeye gidip çiçek böcek içinde ağaçtan meyve toplaması, üstelik meyveyi kopardığı gibi de ağzına atması olacak şey mi? Ama oldu işte. Hem de iyi ki de oldu! Meğer dalından kopardığın meyvenin tadı ne tatlı oluyormuş; dikeni bata bata topladığın böğürtlenin tadı, üzerine kan kırmızısı suyunu damlata damlata kopardığın dutun lezzeti gibisi yokmuş.

Kastamonu’da Çatalzeytin’in Epçeler Köyü’nde dikenlerin arasından böğürtlen toplamayı öğrendim ben, harmana gidip sepetler dolusu kızılcık ve bir tutam mutlulukla eve dönmeyi. Ya da kıyafetini mahvetmek pahasına dalından avuçlarca  karadut yemeyi, sonra da her seferinde ‘Bu yediklerimin en güzeliydi’ demeyi. Doğallık burdan geliyormuş, bunu anladım ben. Meyve doğal oluyormuş, yeter ki insan doğal olsun!

04.09.11

Ayvalık Lezzetleri

Temmuz15

Ayvalık deyince kimisi “Rakı, balık, Ayvalık” der, kimisi de “Ayvalık tostu”. Ancak baba tarafından Ayvalıklı biri olarak bana çok farklı şeyleri çağrıştırıyor bu küçük yer.

Bir kere deniz geliyor en başta. O tuzlu, masmavi denizi. Hele de Sarımsaklı’nın denizi yok mu? “Çivi gibi soğuk” diye diye dudaklarımız morarıp parmaklarımız sudan buruşana kadar yüzdüğümüz o pırıl pırıl berrak Ayvalık denizi… Sonra domates geliyor aklıma; babaannemin domatesleri. Babaannem Ayvalık’ta oturur, ben de yazın tatile onun yanına gelirim; tıpkı geçen hafta yaptığım gibi. Babaannem Ayvalık’ın Perşembe Pazarı’ndan özenle seçip aldığı kırmızı kocaman domatesleri keser kahvaltıya; üzerine limon suyu, zeytinyağı, biraz da tuzla harika olur. Kahvaltının baş tacıdır domatesimiz; ama her domates değil, babaannemin aldığı tadından yenmeyen Ayvalık domatesleri. Kimi sabahlar peyniri, zeytini bırakıp onu yeriz; iki büyük domatesi ekmeğimizi suyuna bana bana bir çırpıda yediğimiz olur. En güzel kahvaltıdan bile lezzetli gelir bana o domatesin tadı.

Sonra özellikle de bu sene gözdem haline gelen o kabakları da unutmamak lazım. Ama öyle büyük, açık renkli değil bunlar; küçük mü küçük, yeşil mi yeşil, tazecik! İstanbul’da da varmış onlardan, ben mi hiç yemedim, onu bilmem. Ama böyle lezzetlisine hiç denk gelmedim, ondan eminim. Yine babaannemin pazardan alıp haşladığı yeşil küçük kabakların üzerine sarımsak-zeytinyağı-limon üçlüsü gezdirilir, yanında yoğurt ile afiyetle yenir. Böylesine hafif ancak bu kadar lezzetli bir yemek de zor bulunur hani.
Ayvalık’ın perşembe pazarı demişken, her türlü meyvenin en lezzetlisi de bulunur bu pazarda; hatta bununla da kalmaz, meyveler Ayvalık halkı tarafından kapışılır. Organik midir, onu bilemem ama doğallığın verdiği lezzetle tadına doyum olmayan kirazlar, erikler, karadutlar, şekerpare kayısılar hiç eksik olmaz babaannemin evinden. Kahvaltıdan sonra, denize giderken, karnımız acıktığında bol bol yenir bu veletlerden.
Ee hal böyle olunca işi biraz abartıp İstanbul’a 8 saatlik yolla Ayvalık domatesi ve kabağı götürmeyi de düşünebilirsiniz. (Not: O deli benim! 😛 )

Kabak dedik, domates dedik, meyvelerden söz ettik; börülce unutulur mu hiç? Her ne kadar İstanbul’da da satılsa da babaannem gerçek börülcenin Ayvalık’ta bulunduğunu, İstanbul’da piyasadakilerin taze fasulye olduğunu iddia ediyor. Haksız da değil hani, tıpkı kabakta olduğu gibi Ayvalık börülcesinin de tadı farklı. Sarımsak-zeytinyağı-limon üçlüsünü bunun da üzerine gezdirince tadına doyum olmaz.
Evde bir de kuru bakla varsa, ondan da bir güzel fava yapılır. Bilmezsiniz belki favayı, zira İstanbul’da söylediğim çoğu kişi hiç duymamıştı. Fava, kuru iç baklanın kuru soğan ile haşlanmasıyla yapılıyor, üzerine zeytinyağı ve limonla bir meze gibi -benim için bir yemek gibi- yeniyor. Özellikle son zamanlarda bir ‘fava delisi’ olduğumu kabul etmeliyim, ikide bir durup da “Hadi fava yapalım” demem de bundandır. Ben bayılırım favaya, benim için az önce bahsettiğim arkadaşlarla beraber en güzel kebaptan bile üstündür bu meze. Ama İstanbul’da tattırdığım hiç kimseye -her nedense- beğendiremedim bu tadı, o yüzden bizim evde ben pişirir, ben yerim bir tencere favayı.

Ayvalık zeytinyağlılarını baş köşeye oturttuk. Ee başka Ayvalık’ın nesi güzel? Balığı çok ünlüdür, güzeldir hani. Bir de sakızlı dondurması vardır, ağız tatlandırmak istediğinizde afiyetle yenir. Özellikle Cunda Adası’ndaysanız yanına Santa Maria’lı dondurma istenir, yoğun tarçınlı tadıyla pek güzel olur.

İşte böyledir Ayvalık, sıcak mı sıcaktır, denizsiz çekilmez. Denizden her türlü yararlanılır burda; bol bol yüzülür, sandalla açılınıp balık tutulur, deniz kenarında oturulup balıklara simit atılır, özellikle geceleri mehtap ışığında deniz kenarında yürünür, ya da dinlenmek için birebir bir çay bahçesine oturulur, pırıl pırıl deniz manzarasıyla gözlere sefa çekilir.

Ayvalık dedik; peyniri, zeytini unuttuk. Olmaz! Ayvalık peynirden, zeytinden ayrı tutulamaz. Ayvalık’ın kuru kelle peyniri, teneke tulumu, kırma zeytini kahvaltılara şenliktir. Zeytinyağı zaten zeytinyağlılarına lezzet veren temel öğedir. Ama bunları Ayvalık’ta yemek yeter mi? Yetmez, İstanbul’da da ister insan. İşte o zaman Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşu’ndaki Ayvalık Lezzet Dünyası’na gidilir; Ayvalık’ın hakiki peyniri, zeytini, zeytinyağı alınır, İstanbul kahvaltısında, yemeklerinde Ayvalık lezzeti yaşanır.

İşte 9 gündür Ayvalık’ta böyle geçiyor günlerim, bugün buradaki son günüm. Babaannem perşembe pazarından kabak, domates alacak bana, onları götüreceğim İstanbul’a.
Burada internet olmadığından bu yazıyı da bugün yayımlayamam; belki bu gece otobüs yolculuğunda internet oluyor ya, o zaman yayımlarım. Neyse ben bunu bırakıp da bavulumu hazırlayayım, daha toplanacak çok şey var ne de olsa.

Ey değerli okuyucum, şimdi karnın açsa içinden bana neler diyorsundur, kim bilir! Ama olsun, bir gün olur da yolun Ayvalık’a düşerse tüm bu lezzetlerin tadına bakar, belki beni de hatırlarsın! 🙂

15.07.11

Hain Beyazlar!

Nisan29

Hani beyaz iyilik demekti, mutluluk, huzur demekti? Hani beyaz hep masumdu?

Değil aslında, beyaz hiç de masum değil! Her şeyin beyazı daha bir kurnaz sanki; beyaz pirinç, beyaz makarna, beyaz un, beyaz şeker… Saymakla bitmez! Önce bir parmak bal çalıyor ağzımıza, sonra unutturuyor kendini, yeniden acıkıveriyoruz.

Evet, beyazın gerçeği bu. Hani şu fırından yeni çıkmış, öğünlerde bol bol tükettiğimiz beyaz ekmek ya da akşam yemeği yoksa hemencecik haşlayıverdiğimiz beyaz makarna ya da tereyağında kavurduğumuz beyaz pirinç pilavı! Hepsi o güzelim görünümlerinin ardında yatan yüksek glisemik indeksleriyle yedikten sonra kısa bir süre içinde tekrar acıkmamıza neden oluyor. Boşuna değil yedikçe daha çok yemek istememiz, hepsi o kurnaz beyazların başının altından çıkıyor.

Tam tahıl ve tam buğday ekmeği

Peki ne yapacağız? Yediğimiz miktarda doyabilmek için yapmamız gereken beyazlardan kurtulup esmerlerine yönelmek. Hem boşuna dememişler ‘’Esmersen güzelsin!’’ diye, çünkü esmer hem lezzetli, hem doyurucu. Tam tahıllı esmer ekmek, tam buğday unu, kepekli un, kepekli makarna… Hepsi beyazlara göre çok daha fazla lif içeriyor, bu şekilde hem yiyip hem de daha uzun süre tok kalmanızı sağlıyor. Anlayacağınız yüzünüze gülüp arkanızdan iş çeviren beyazlar gibi değiller.

Ee şimdi siz de düşünüyorsunuz, ‘Birisi bir şeyler karalamış, belki doğrudur ama bu yaştan sonra esmer ekmek yiyip kepekli un mu tüketeceğim?’ diyorsunuz belki. Ama bu işlerin yaşı yok, hiçbir şey için de geç değil. Tek yapmanız gereken yarın sabah ekmek alırken tam tahıllı ya da tam buğday ekmeğini de sepete eklemek. Sofrada normalde 5 dilim beyaz ekmekle doyarken 3 dilim tam tahıllı ekmeğin yeterli olduğunu ve daha tok tuttuğunu göreceksiniz.

Tam buğday unundan krep kanepeleri”Organik tam buğday unundan yaptığım kreplerle hazırladığım kanepeler, hem çok lezzetli hem çok sağlıklı hem de doyurucu!”

Her şey beyinde bitiyor aslında, insan beynine ‘sağlıklı yaşama’ emrini vermedikçe ne kadar sağlıkla ilgili okusa, bir yerlerden bir şeyler duysa da nafile…

29.04.11

Hayat Zor…

Mart8

Hani diyor ya herkes, “Hayat zor” diye. Köşedeki bakkalın sahibi Ali Amca veresiye yazdıranlardan şikayet ediyor, içli bir of çekiyor. Sonra komşunun aneroksik kızı Zeynep okul kantininden başka yerde yemiyor, annesi dertleniyor. Ünlü avukat Mustafa’nın oğluysa üniversite sınavlarına hazırlanırken babasının baskısından bunalıyor, ders çalışmayı bırakıyor; hem annesi hem babası hem de ondan derece bekleyen dershane müdürü bir of çekiyor bu kez. Ooooff!

Bir de sen varsın tabii, geleceğinin yükünü omuzlarında hissediyorsun. Bomboş bir arazide yolunu kaybetmiş biri gibi… Nereye gideceğini biliyorsun ama nasıl olacağı kafanı karıştırıyor. Herkes farklı bir yol söylüyor, belki de hepsi aynı yönü gösteriyor ama fark edemiyorsun. Zaman çok çabuk geçiyor, güneş batmadan oraya varamayacağından endişe duyuyorsun. Bazen çok vaktin varmışçasına bir umursamazlık kaplıyor içini, bazen de çok geç kalmışçasına bir panik. İşin içinden çıkamıyorsun yani.

Geriye bir tek hayallerini ve umutlarını bir balona doldurup tüm “of”larını içine üflemek ve gökyüzünün derinliklerine salıvermek kalıyor.

Ee hayat zor! Off!

04.03.11

2011’in İlk Yazısı

Şubat8

Merhabalar!

Uzun zamandır yeni yazı yazmadığımdan biraz sorumsuz hissediyorum kendimi. En son 2010’un son günü yazı yazdığım için bu, yılın ilk yazısı olacak sanırım. Ama özürler bahanesiz olmaz, ben de sıralayayım mazeretlerimi. Yaklaşık bir buçuk aydır neler yapıyorum?

İlk olarak iki hafta gripten hasta yattığımı söyleyeyim. 2011 bana pek sağlıklı gelmedi anlayacağınız. Ama çok şükür atlattım. Sonra haftalardır yeni yeni yemek tarifleri deniyorum, tatlılar yapıyorum. Hatta dün tek başına yaptığım ilk önemli yemek olarak mantar güveç bile yaptım. Tabii daha önceden yaptığım makarnaları yemekten saymıyorum bile. 15 tatile gireli beri yemek tariflerine öyle çok yoğunlaştım ki kendim tarifler oluşturmaya bile başladım. Hatta mütevazılığı bir kenara bırakıp aralarında çok lezzetli tarifler tutturduğumu da söyleyeceğim 🙂 Hal böyleyken bu kendime özgü tatlı tariflerini blogumda yayınlayıp yayınlamama arasında bocalıyorum. Bir yanım diyor ki ”Bunlar senin günlük yaşantının bir parçası; bunları günlüğünde paylaşmandan daha doğal ne olabilir ki?” Diğer yanım ise temelde yazı yazmak için açtığım blogumu bir yemek tarifi bloguna çevirmekten korkuyor. Hangi yanıma uysam, bilemiyorum doğrusu.

Onun dışında step-aerobiğe hiç aksatmadan devam ediyorum, gün geçtikçe aerobikte daha da iyileştiğimi görmek beni mutlu ediyor. Spora başlamamla sağlık konusunda beynimde yeni bir ufuk açıldığını, bilmem, söylememe gerek var mı? Abartı gibi olacak ama sanki hayatımda hiç kullanmadığım, hatta varlığından dahi haberimin olmadığı bir pencere keşfettim. Şimdi bu konu üzerine kafa yorar oldum; sağlıkla ilgili yazılar okuyorum, yemeklerimde bile sağlıklı ve dengeli beslenmeye dikkat ediyorum. Her gün 3 litre su içip abur cubur yerine sağlıklı sebzelere yöneliyorum. Bundan üç ay önce babamın uzattığı bir Ülker çikolatalı gofreti reddedeceğimi söyleseler hayatta inanmazdım. Çikolataya ve özellikle Ülker çikolatalı gofrete bağlılığımı bilenlerin bu cümleyi okuduktan sonra çok daha fazla şaşırma tepkisi gösterdiğine eminim 🙂

Yarıyıl tatiline girmek her öğrenciye olduğu gibi bana da ne kadar iyi geldi, bilemezsiniz. Tatile girmeden önceki üç haftalık sınav maratonu, karneye gelecek notları hesaplama ve sözlüyle onları yükseltme derdi; üstelik tüm bunların benim grip olduğum sürece denk gelmesi ve benim okula gitmek zorunda kalmam beni öyle yordu ki! Tatil ilaç gibi geldi, derler ya, aynen öyle. Hazır karne demişken bu sene kimyada nasıl zorlandığımı bilip ne olduğunu merak eden varsa müjdeyi vereyim; büyük uğraşlarla kimyayı karneme beş getirdim, çok mutluyum! 😀

Ama ders yönünden boş boş oturduğum bir haftadan sonra kendimi öyle mayışmış hissediyorum ki şu iki haftalık tatile yığılan ödevlerin kapağını açmaya mecalim yok. Evet, yanlış okumadınız, ‘şu iki haftalık tatile yığılan ödevler’ diyorum çünkü gerçekten de tüm proje ödevlerini bu tatile yığdılar ve ben henüz yapmaya başlamadım. Şahsen önümüzdeki üç gün daha yatıp ödevleri son güne sıkıştırmayı planlıyorum! Şaka tabii bu 😀

İşte benim gündemimde bunlar var, tatil moduna girmiş bir halde önümüzdeki hafta okulların açılacağını düşünmeden boş boş oturarak, yani alışveriş yapıp gezip tozarak, film izleyip mutfakta yeni keşifler yaparak vaktimi geçiriyorum. Umarım ilham perisi gibi bir ödev perisi gelir de şöyle hızlı çekimde tüm ödevlerimi bir çırpıda bitirttirir bana! Ya da en azından şu soğuklarda bir daha hastalanmayayım da ödevleri kendim yapsam da olur 😉

08.02.11

Yeri: Diğer | 2011’in İlk Yazısı için yorumlar kapalı

Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar!

Aralık31

Yeni şeylere karşı ister istemez bir heyecan duyarız her zaman. Yeni giysiler, yeni bir saç kesimi, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir şehir, yeni eşyalar… “Yeni” sözcüğü karşı konulmaz bir merak uyandırır içimizde, tekdüze hayatımızda umut ışığı olur bize. Bu sözcük, bilinçaltımızın derinliklerinde yatan Polyanna’ya can verir, istesek de istemesek de pembe gözlükleri takar gözlerimize. Çünkü hep bir hayal kurarız yeni diyince, yenisi eskisinden iyi olacakmışçasına umut ederiz. Ne zaman ki “yeni” yeniliğini kaybedip sıradanlaşmaya başlar, Polyanna çekilir köşesine, ta ki başka bir “yeni” gelip hayatımıza dokununcaya kadar; işte o zaman aynı döngü yeniden başlar.
Eğer o döngü hiç durmadan sürekli dönüyorsa içimizde, iyimserizdir. Ancak bir süre sonra artık “yeni” şeyler bile heyecanlandırmıyorsa bizi, kötümserlik tüm benliğimizi kaplamış demektir.

Yeni yıl da her yeni şey gibi heyecanlandırır bizi. Dünü biliriz, bugünü yaşarız, yarın için umut besleriz. Çünkü dünkü pişmanlıklar, bugünkü hatalar yoktur yarında; yalnızca saf umutlarımız ve hayallerimiz vardır. Bu yüzdendir ki her yıl sonunda gelecek olan yeni yıl, bizde uyandırdığı merak ve heyecanla sevinç de getirir, çoğu zaman yarın için umut beslemek yarının getirdiklerinden daha çok mutluluk verir.

Her gün yeni bir satır, her ay yeni bir sayfa hayatımızda açılan; her yeni yıl da yeni bir defterdir bizim için. Önce o güzel kapağını açar, yazmaya başlarız ilk sayfasının ilk satırlarına, umutlarla dolu en güzel yazımızla. Sonraki sayfalarda ne olur, bilinmez ama o yeni defterin yeni kapağını görmek bizi mutlu eder, içine yazacaklarımızı hayal etmenin ettiği gibi.

Halbuki bilmez miyiz ki, onların tümünü temel olarak kağıda, paragraf başından başlayıp son noktaya uzanan o uzun kağıda, yazarız; o kağıdı sayfalara, sayfaları da satırlara bölüp bir tutamına “defter” adını veren bizizdir aslında? Bir satırdan ötekine virgülle, üç noktayla uzanır cümlelerimiz, ta ki en son noktaya kadar. Zamanı da böyle bölmez miyiz? Sonsuzluğu yıllara, yılları aylara, ayları günlere, günleri saatlere, dakikalara, saniyelere bölüp buna “zaman” adını veren de biziz. Öyleyse sonsuzluğun her bir parçasında; “dün, bugün, yarın” gibi hiçbir zaman kavramı sınırlaması olmaksızın, yaşadığımız bir dünya olsa? En azından kendi dünyamızı  böyle yapma şansımız var. Peki o zaman umutlarımıza, hayallerimize ne olur? Belki gerçek olurlar…

Bugün hayal kurmamız, umut etmemiz ve bugün gerçekleştirmemiz dileğiyle…
Mutlu seneler!

31.12.10

Yeri: Deneme, Diğer | Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar! için yorumlar kapalı

Hayatın Olmazsa Olmazı: Spor

Aralık19

Spor hiçbir zaman bana cazip gelmemiştir. Atletiklik bir yana pek top tutma kabiliyetine sahip olmadığımdan okulda beden eğitimlerini de iple çektiğim söylenemez. Küçükken bile yakar top oynanacağı zaman yüzünde güller açmayan tek çocuk bendim muhtemelen. Ancak bunun beni pek rahatsız ettiğini söyleyemem, ta ki son yıllara kadar.

Spor kelimesiyle geçmişim 6 yaşında bir aylığına tekvandoya gitmemle başladı, bacaklarımı dümdüz açabilmem ve bir bacağımı düz bir şekilde kaldırıp başıma değdirebilmemin hocamızın ilgisini çektiğini hatırlıyorum. Hatta tekvando grubunda benim gibi esnek olan birkaç kızla birlikte televizyonda haberlere bile çıkmıştık. Ancak o zaman bunu yaşımın verdiği bir esneklik olarak algılayıp çok da üzerinde durmamıştık. Zaten okula başlayıp 4 sene boyunca sporla bağlantımı kesmem de unutmamızı kolaylaştırmıştı.

Pek de sportif olmadığımı anlamam 5.sınıfta kız voleybol takımında yedeklere atılmamla başladı diyebilirim. Oyuna alındığımda da yüzüme doğru gelen toptan kaçmam spor geleceğime pek parlak yansımamıştı. Daha sonraki senelerde benim için kabusa dönüşen spor, o zamanlar bana fazla bile gelen haftada iki saatlik beden eğitimi dersleriyle sınırlı kalmıştı.

8.sınıfta arkadaşlarımın da etkisiyle kötü de oynasam voleyboldan zevk almaya başladım. Hatta sınırlarımı zorlayarak 24 erkeklik futbol kulübüne bir kız arkadaşımla katılıp yıl boyu haftada iki saat futbol bile oynadım. Ancak liseye başlamamla spor hayatım yine durgunluk kazanmıştı, her ne kadar 60 yaşın üstünde olmasına rağmen pilatesle benden bile esnek bir hale gelen babaannemi ve spor yapmanın gerekliliğini savunan ailemi görsem de sportif olmadığımı kabullenip adeta sporsuz bir geleceğe yelken açmıştım.

Büyümenin ve ergenliğin getirdiği gelişmelerle yavaş yavaş kilo almaya ve spor eksikliğinden kaynaklanan hantallığımı fark etmeye başladım. Bir kızı en çok ne korkutur, diye sorsanız kilo almak derim. Nitekim liseye kadar çubuk gibi olduğumdan aklımın ucundan bile geçmeyen bu konu etrafımdaki örnekleri görüp esnekliğimi kaybetmeye başladığımı hissetmemle iyice aklıma takılmıştı. Mutlaka spor yapmalıydım.

Spor kelimesinin beynime girmesiyle arada yürüyüş yapmaya, evde babaannemden aldığım tüyolarla mekik çekmeye başladım. Ancak okul, sınavlar derken çok uzun sürmedi bu. Yazın arada yüzmek dışında hiç spor yapmadım, diyebilirim.

Lise ikiye başlarken ise kesin kararlıydım, bu sene mutlaka düzenli bir şekilde spor yapacaktım. Önce biraz yüzmeyi denedim, ama sonra annemin sayesinde daha önce aklımın ucundan geçmeyen bir sporla tanıştım.

STEP AEROBİK TUTKUSU

Annem bir aydır evimize çok yakın bir spor tesisinde step-aerobiğe gidiyordu. Çok hareketli ve yorucu olduğunu ancak sevdiğini söylüyordu. Ben de onun tavsiyesine uyarak step-aerobiğe başladım.

Step-aerobik; step tahtasını da kullanarak vücudun her bir bölgesini çalıştıran çok hareketli ve eğlenceli bir spor. Alışma sürecinde oldukça yorucu olabiliyor ancak ben fazlasıyla keyif aldığımı söyleyebilirim.

Bizim gittiğimiz programda haftada üç gün birer saat (yarım saati ayakta step hareketleri, yarım saatiyse yer hareketleri) step-aerobik yapılıyor. Vücudu gerçekten sıkılaştırıyor da. Ben yaklaşık bir buçuk aydır düzenli olarak gidiyorum ve kilo vermememe rağmen 3 cm inceldim. Ayrıca hocamızın demesiyle doğuştan gelen bir esnekliğimin olduğunu da keşfettim 🙂

Eskiden beri süregelen zayıf olan kişilerin spor yapmasına gerek olmadığı gibi bir düşünce var maalesef toplumda. Bana da sık sık ‘’Sen zayıfsın, neden spor yapıyorsun ki?’’ diyenler oluyor. Ancak şunu belirtmek isterim ki sporun amacı kilo vermek değil, temel olarak sağlıklı yaşamaktır ve kanaatimce hayatın olmazsa olmazıdır spor. Biraz geç de olsa bunu fark etmiş bulunuyorum. Şimdilerde böyle tepkiler yerine ‘’Ne güzel! Erkenden başlamış spora.’’ diyenleri gördükçe daha bir seviniyorum.

Sağlıklı yaşam için spor yapma anlayışının toplumumuzda yayılması, yoğun iş/okul rutiniyle tekdüzeleşen hayatımızda büyük bir öneme sahip.

Ayrıca sporda ‘yapamamak’ diye bir şey yok, ‘yapmaya çalışmak’ diye bir şey var. Azim; yaş, kilo, boy gibi sınırlamaları kaldırıyor sporda. Spor, günümüz dünyasında kişisel bir tercih değil de bir gereklilik konumuna gelmiş durumda.

19.12.10

« Older EntriesNewer Entries »