Şubat8
Aralık’ta kış tatiline girince birkaç haftalığına Türkiye’ye geri dönme fırsatı buldum ve gider gitmez de lise yıllarımı geçirdiğim Enka’ya gidip okulun koridorlarında bir ‘mezun’ olarak gezinebilmenin zevkine vardım. Oldukça değişik bir deneyimdi gerçekten… Sözü fazla uzatmadan bu konuda Enka’nın Oceanus adlı okul dergisine yazdığım mezun yazısını paylaşıyorum sizlerle. Sanırım bir yerden mezun olmanın ve geri dönünce o nostaljik hisse kapılmanın ne demek olduğunu ancak yaşayınca anlıyor insan.
******************************
Ne tuhaf değil mi? Bundan yalnızca bir sene önce bu okulun koridorlarında okul üniformasıyla gezinen, sıralarında oturup ders dinleyen ben, şimdilerde “mezun” olmuşum. Üstelik bir de bahsettiğim dönemde editörlüğünü yaptığım, günlerce bilgisayar başında oturarak kulüp arkadaşlarım ve öğretmenlerimle birlikte yazılarını bir bir incelediğim, düzenlediğim bu derginin “Mezunlarımızdan” köşesine konuk yazar olmuşum; inanılacak gibi değil doğrusu.
Neden mi dersiniz? Şöyle açıklayayım: Enka’dan sevinçle mezun oluyoruz önce, kepleri atıyoruz, balomuzu yapıyoruz, sonrasında lise yaşamını noktalandırmanın mutluluğuyla bomboş (gerçekten bomboş) ama “lise bitti, artık üniversiteliyim” tadında heyecan içinde bir yaz geçiriyoruz. Sonra üniversiteye adımımızı atıyor; artık yavaş yavaş o liseli çocukluğumuzdan kurtulduğumuzu, ergenden çok birer genç yetişkin olmaya doğru yol aldığımızı görüyor, kendimizle için için gurur duyuyoruz. Liseden arkadaşlarımızla belki bin beş yüz kez sözleşmemize rağmen, dersler diyor, ülkeler arası zaman farkı diyor, yoğunluk diyor, finaller diyor, bir şekilde istediğimiz sıklıkta görüşemiyor, konuşamıyor, yazışamıyoruz. Bu şekilde üniversitede bir dönemi devirdikten sonra kendimizi bir sene öncekinden “çok” farklı hisseder bir biçimde, bu kez bir “mezun” olarak Enka’nın kapısını çalıyoruz. İşte bu noktada balon patlıyor; aslında kendi kendimizi kandırmışız, hiçbir şey değişmemiş. Yine bu okulun koridorlarına adım atar atmaz her bir öğretmenin o küçük liseli öğrencisi oluveriyoruz. Dolapların önünden geçerken bile “Aa bu benim dolabımdı” diye bir anda sevindirikleşiyor, oradaki sonradan eklediğimiz ‘-dı’ takısının ne denli eğreti durduğunu düşünmeden edemiyoruz; sanki yine uzansak o dolabı açacağız ve aralarına gençlik heyecanlarımızı sığdırdığımız o raflara bu kez bambaşka deneyimler dizeceğiz. Halbuki unuttuğumuz bir şey var; bizim anahtarlarımız o kilitleri açmıyor artık, bizim devrimiz geçti, biz “mezun” olduk.
Hep böyle buruk bir tadı da yok mezun olmanın. Öğretmenler odasına adımımızı atabiliyoruz artık mesela. Hatta orada öğretmenlerimizle karşılıklı bacak bacak üstüne atarak oturup iki arkadaş gibi sohbet edip kaynatabiliyoruz. Ya da göğsümüzü gere gere, bir “rapor”a gereksinim duymaksızın okulun asansörlerinde fink atabiliyoruz (meğer bunu öğrenciyken yapmak zevkliymiş, şimdi bir numarası yok, o ayrı). Oditoryumda töreni en üst kısımda öğretmenlerin durduğu yerden izleyip tanıdık yüzler görüp gülümsüyor, tanımadık yüzler gördükçe de “Biz de yaşlandık artık” diyor, kahkahayı koyuveriyoruz.
Ama en çok da geride bir iz bırakabilmiş olmak hoşuna gidiyor insanın. Mezun olduğu o sıralarda kendinden izler görünce “iyi ki yapmışım” diyor insan; iyi ki hatırlanası şeyler yapmışım. Mesela ben üniversiteden eve ilk dönüşüm olan bu günlerde (eski) kitaplığıma gidiyor ve dosyalayıp kaldırdığım Oceanus dergilerini elime alıp incelemeye başlıyorum. Ne çok emek, ne çok heyecan, ne çok tutku saklı her birinin içinde. Özellikle de editörlük günlerimi anımsıyor; kendimle de, o zamanki dergi ekibimle de, beni bu göreve yönlendiren ve beni her daim destekleyen öğretmenlerimle de gurur duyduğumu hissediyorum. Sonra okulu bir mezun olarak ziyaret edişimde kulüp öğretmenlerimle konuşuyor, sanki kendiminmişçesine sahiplendiğim bu dergiyi emin ellere devrettiğimi fark ediyor, daha bir gururlanıyorum. Bir yandan da bu görevi üstlendiğim zaman “Bu dergi senin dergindir. İstediğin değişikliği yapabilirsin.” diyerek bana koşulsuz güvenen ve kendilerinin yıllar dolusu deneyimlerine aldırmaksızın, bir 17’liğin aldığı kararlara saygı duyabilecek kadar yüce gönüllü ve ileri görüşlü olmayı başarabilen kulüp öğretmenlerime de sonsuz bir minnet duyuyorum.
Sonra bakıyorum, geçen sene bir heyecanla öğretmenlerim ve arkadaşlarımla birlikte ilkini gerçekleştirdiğimiz Psikoloji Sempozyumu’nun şimdilerde ikincisi düzenleniyor. Hem de bu kez daha da büyük ve daha da coşkulu bir grup var arkasında; bu sene geçen seneden daha da güzel olacak. İşte bunları gördükçe “iyi ki” diyorum, “iyi ki o gün ders sırasında spontane bir şekilde ortaya çıkan bu fikir üzerine çalışmışım; iyi ki bunu yalnızca sözde bırakmamış, üzerine çabalamışım”. Şimdi düşünüyorum da bize sağlanan bu özgürlüğün—bu gerek bir dergi yaratmak olsun, gerekse bir sempozyum oluşturmak—bu yaratıcı anlamda kendimizi ifade edecek platformlar oluşturma ve projeler üretme özgürlüğünün o zamanlar ne kadar farkındaydık, işte bu tartışılır…
Ancak şimdi ilk “mezun” ziyaretim sonrasında Enka’dan ayrılırken geriye dönüp bu duvarlar arasında geçirdiğim günlere bakınca şunun için seviniyorum: Hiçbir “keşke”m yok; doğrularıyla da yanlışlarıyla da hep “iyi ki”lerle doldurmuşum Enka serüvenimi.
Değerli okur,
Dilerim sen de hep “iyi ki”lerle doldurursun bu koridorlarda geçirdiğin günleri; çünkü o zamanlar çok uzun gelen o günlerin aslında ne denli hızlı geçtiğinin sonradan farkına varıyor insan.
Sevgilerle,
Sevde Kaldıroğlu
2013 Mezunu