Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Defter

Temmuz6

Defteri alıyorum elime;
Açıyorum kırmızı, çiçek desenli kapağını.
Boş sayfalarını çeviriyorum bir bir
Yeni mi? Yeni değil defterim,
Kullanılmamış demek daha doğru.
Halbuki bir zamanlar
Ne çok severek almıştım onu.
Önce sıradan karton kapağına hayran kalmıştım,
Sonra bembeyaz sayfalarına.
Öyle yumuşaktı ki sayfaları,
Her dokunuşumda okşarlardı elimi,
Severdim onları.
Hep alırdım elime onu
Ama hiç kaleme gitmezdi elim.
Kıyamazdım ona yazmaya,
Beyaz sayfalarını siyahla kirletmeye.
Hep ‘Yazacağım’ derdim,
‘En güzel yazılarımı buna yazacağım,
İnci inci harfleri dökeceğim sayfalarına’
Ama hiç yazamadım işte.
Hep onu öyle bembeyaz göreceğim,
Hep yeni kalacak sandım.

Ben kıyamadım ona ama
Zaman kıydı.
Acımasızdı zaman,
Gaddardı.
Tertemiz sayfalarını bir bir sararttı,
Kenarlarını kıvırdı,
Parlak kırmızısını soldurdu kapağının,
Çiçeklerini bir bir soldurdu.
Zaman kirletti onu.
Halbuki ne hayallerle almıştım bu defteri ben,
Boş sayfalarını ne hayallerle süslemiştim,
Ne resimler çizmiştim aklımdan,
Ne şiirler yazmıştım…

Şimdi çevirdikçe sarı yaprakları
Görüyorum geçmişimi
Bu boş ama kirli sayfalarda.
Yaşamadığım-yaşayamadığım- hayallerim
Canlanıyor her birinde,
Amaçlarım, düşlerim…
Son sayfayı çevirirken
Fark ediyorum da,
Kırışan yalnızca sayfalar değil,
Ellerim.
Zaman sayfaları sarartırken
Saçlarımı beyazlatmış da
Farkında değilim.

Sevde Kaldıroğlu

06.07.10

Yeri: Edebiyat, Şiir | Defter için yorumlar kapalı

Ankara Yolculuğu

Nisan11

Şu anda otobüsle Bolu’dan geçiyoruz. Saat 18.09. Hedef Ankara.

Bundan yaklaşık 5,5 saat önce evden çıkıyoruz annemle, anneannem de bizi uğurlamaya geliyor. Anneanneme bizimle otogara gelip yorulacağını söylüyoruz ama o gene de dinlemiyor bizi. “Bir yere giderken birisinin seni uğurlaması iyi oluyor.” diyor. Sonra da ekliyor: “Tek başına gitmek insanın gücüne gidiyor.” O anda onu yazın memleketine giderken yalnızca durağa kadar uğurlamanın yetersiz olduğunu fark ediyor, bir dahakine onunla otogara kadar gitmem gerektiğini aklıma koyuyorum.

Elimizde iki küçük valiz. Benim sırtımda küçük bir sırt çantası. Annemse bir çanta daha taşıyor, el çantasının dışında. Tüm bunlar benim okulumun bir haftalık tatilini değerlendirmek amacıyla üç günlük Ankara yolculuğumuz için. İki bayan olarak böylesine kısa bir yolculuğa bu kadar çok hazırlık yapmamız doğal tabii. Geç hazırlanmamızın yanı sıra bu konuda da adımızın çıkması boş yere olmasa gerek kızlar/kadınlar olarak. Valize konan kıyafetlerin yanında götürülen İstanbul hatırası hediyeleri, -Ankara’daki tanıdıklarımızı ziyaret etmeye gidiyoruz- fazladan ayakkabı, diş fırçası, yolculukta sıkılmamak için yana alınan ama hiç okunmayacak olan kitaplar, ‘Belki canım yazı yazmak ister.’ diye taşınan defterler, kalemler derken ortaya bir sürü “küçük” çanta çıkıyor. Tabii sağlıklı beslenmeye çalıştığım (abur cuburu bıraktığım) için yanıma çikolata vb. yerine iki tane havuç alıyorum, tabii bu annem için geçerli değil 🙂
Çantalarla otobüs durağına iniyoruz, otogar otobüsünü kıl payı kaçırmışız. Bir sonrakini bekliyoruz, 15 dk. sonra geliyor o da. Kalabalık otobüse üçümüz valizlerimizle zar zor sığıyoruz. Neyse ki İstanbul trafiği bizi şaşırtarak yüzünü göstermiyor bu kez ve otogara 7 dakikada varıyoruz. Oralarda oturup bir şeyler atıştırıyoruz, çay içiyoruz, sonra da anneannemle vedalaşıp otobüse biniyoruz. Anneannem hala bize el sallıyor.

Otobüsümüz Pamukkale. Daha önce hiç binmediğim bir otobüs firması. Biner binmez içeriye bir göz gezdiriyorum. Geniş koltuklar, önlerindeki masacıklarda küçük ekranlar bulunuyor. Annemin ayırttığı şoför tarafındaki en ön 1-2 numaralı koltuklara oturuyoruz. Koltuklar gerçekten de rahat. Üzerime eşofman-tişört giymiş olduğuma seviniyorum ve tabii bir de hırka. Bunun yerine kot pantolon giymiş olsaydım 6 saat yolculuk boyunca ne kadar kasılacağımı düşünüyorum, daha bir seviniyorum isabetli kararıma.
Saat 14.04 gibi otobüs kalkıyor, bu arada ekrandan ne izleyebileceğimizi soruyoruz. Kabin memuru, tv ve film izleyebileceğimiz, müzik dinleyebileceğimiz ve oyun oynayabileceğimiz yanıtını veriyor; bir yandan da kulaklık dağıtıyor bizlere. Seviniyoruz 6 saat boyunca bu şekilde sıkılmayacağımıza. Böylece kulaklıklarımızı takıyoruz, ben bir film seçiyorum ve başlıyorum izlemeye. “Benimle Dans Eder misin?” filmin adı. Bu sırada annem televizyon izliyor.
Uzun zamandır otobüsle yolculuk yapmadığımı fark ediyorum, ne zamandır bu televizyonların otobüslerde bulunduğunu düşünüyorum. Eskiden olsa -eski yolcu otobüslerinde olsam- muhtemelen kitap okuyor olurdum, diye düşünüyorum. Bir kitap bitirdiğim otobüs yolculukları olduğunu hatırlıyorum. Teknolojik imkanlardan yararlanabildiğim, hatta kablosuz internet sayesinde iPod’tan internete bile girebildiğim bu otobüs yolculuğunda o eski yolculukları özleyip özlememek arasında çelişkide kalıyorum. Sonra da ‘Her şey zamanında güzel; o zaman öylesi güzeldi, şimdi de böylesi.’ diye düşünüyorum. Ama o günlere yine de özlem duyan yanıma gülmeden edemiyorum.
Filmi beğeniyorum ama izlediğim filmler arasında ‘Zaman geçirmek icin ideal’ listesine koyuyorum onu. Filmden sonra biraz internete giriyorum, müzik dinliyorum. Benim dinlediğim yabancı pop müziğine karşılık annem Türk sanat müziği dinliyor. Biraz sonra sıkılıyorum ve elime kitabımı alıyorum: “New Moon”. Daha önce Türkçesini (Yeni Ay) okuduğum kitabın şimdi de orijinalini okuyorum. Ancak 5 dakikadan fazla kalmıyor kitap elimde, sıkılıp çantama koyuyorum. Teknolojik şeyler daha cazip geliyor tabii artık, yine eski otobüs yolculuklarımı hatırlıyorum ve bu halime acı acı gülüyorum.
Otobüs Düzce’de yarım saatlik bir mola veriyor ve annemle inip biraz dolaşıyoruz. Mutlu hissediyorum kendimi. “Her seyahat bir değişikliktir.” diye düşünüyorum. “Ve değişiklikler beni mutlu eder. ” Uzanıp annemi yanağından öpüyorum, bu seyahat onun fikri ne de olsa. Anında yüzünde bir gülümseme oluşuyor. “İnsan mutlu oldukça etrafını da mutlu ediyor.” diye düşünüyorum bu kez.

Otobüse geri biniyoruz ve devam ediyoruz yola. Ben müzik dinlerken annem televizyon izliyor. Bolu’ya geliyoruz, Bolu Tüneli’nden geçiyoruz. Epey uzun bir tünel doğrusu. İçinde bulunan renkli ışıklara rağmen insan ürpermeden edemiyor. Ama Bolu’daki manzarayı beğeniyorum; yanlarda Bolu Dağı, havada sis. Güzel görünüyor gözüme.

Şu anda Ankara sınırları içine girdik. Saat 19.39. Tam 1,5 saattir bunları yazıyorum, tabii bir yandan da müzik dinliyorum. Uzun yola, kenarlardaki sayısız otoban ışıklarına ve önümüzde uzayıp giden kesik beyaz çizgilere bakıyorum. Önümdeki birkaç günün güzel geçeceğini hissediyorum ve derin bir nefes alarak yolu izlemeye devam ediyorum.

11.04.10

The Twilight Saga/Alacakaranlık Efsanesi

Nisan4

Stephenie Meyer’ın yazdığı International Bestseller seçilen Alacakaranlık Efsanesi –orijinal adıyla The Twilight Saga– serisini hepiniz duymuşsunuzdur; hani şu vampirli aşk hikayesi. Son zamanlarda çok popüler olan ve filmleri de çekilen bu serinin tutkunlarından biri de benim. Ama ne zaman birine bu roman serisinden bahsetsem, çoğunlukla aynı çeşit tepkiyle karşılaşıyorum: “Vampirleri mi seviyorsun?” Tabii cümlenin söyleniş tarzı zaman zaman değişiyor ve “Iyy… Vampirler mi?” gibi tepkilerle karşılaştığım gibi “Vampirlere mi inanıyorsun?” gibi sorulara da maruz kalıyorum. Ama tabii ki bunun için kimseye kızmaya hakkım yok. Çünkü seri, “vampir” içeriğiyle ön yargılı yaklaşımlara müsait bir konuya sahip. Nitekim benzer bir tepkiyi ben de seriyi okumadan önce vermiştim.

Geçen sene bu aylardı, bir arkadaşım sınıfta ilk kitap olan Alacakaranlık’ı heyecanla okuyordu. Bana bahsettiğindeyse, “Fantastik romanları hiç sevmem.” dediğimi hatırlıyorum. Konunun vampirli olması da beni daha çok soğutmuştu kitaptan, halbuki alıp arka kapağındaki konusunu bile okumamıştım.  Aradan aylar geçti. Geçen eylül ayında, lise bire yeni başladığımda, özellikle kitap konusunda tavsiyelerine güvendiğim birinin bana bu seriyi önermesi üzerine ilk kitabı, Alacakaranlık’ı alıp okumaya başladım. Sıradan bir roman olarak başladığım bu kitap kısa sürede beni etkisi altına almaya başladı. İlk kitabı okuduktan sonra 2008 yılında çekilen serinin ilk filmini izlememle karakterler kafamda iyice yerli yerine oturmuştu. İlk iki kitabı toplam 6 günde bitirdim. Niyetim; ikinci kitabı da okuduktan sonra serinin ikinci filmi New Moon/ Yeni Ay’ın vizyona girmesini beklemekti. Ama ikinci kitabın sonunda bunun imkansız olduğunu anladım. Dört kitaptan oluşan serinin üçüncü kitabını da mutlaka okumalıydım.

Tabii benim bu seriye olan bu ilgim etrafımı da etkilemiş olmalı ki, doğum günümde gelen hediyelerle serinin kalan kitaplarını da tamamlamıştım. Her ne kadar romanları yavaş yavaş, tadını çıkararak okumaya çalışsam da tüm seriyi kısa sürede bitirdim ve 2009 Kasım ayında vizyona giren serinin ikinci filmini de izledim. Peki, neydi bana bu kitapları defalarca okutturan, karakterleri hayatımın bir parçası haline getiren ve bunlardan sonra başka bir romana geçemeyecek kadar beni etkileyen? Bu seriyi okuyan pek çok kişiyle konuştum ve belli çıkarımlarda bulundum.

1) Bella ile Edward’ın aşkı

Hemen hemen her romanda bir aşk hikayesi olsa bile Alacakaranlık serisindeki vampir Edward ile ölümlü Bella’nın arasındaki aşk çok daha farklı. Çünkü onların birbirlerine karşı hiçbir beklentileri olmadan birbirlerini sevmeleri; kaprislerden, yanlış anlamalardan, küslüklerden arınmış saf aşkları bunu sıradan bir lise aşkından çok daha öteye taşıyor ve “Böyle bir aşk gerçekte olabilir mi?” dedirtiyor insana.

2) İdeal Erkek: Edward

Vampir ama insancıl, fedakar, sadık, korumacı, yakışıklı, etkileyici, zengin, akıllı, başarılı, kibar, gelenekçi ve tam bir 20.yüzyıl beyefendisi olan Edward, kitapta aslında tüm genç kızların aklında idealize ettiği mükemmel erkek rolünü üstleniyor. Ayrıca çoğumuzun nefsine ve tutkularına yenildiğini düşünürsek Edward’ın kendi vampir benliğinden kaçarak nefsini kontrol altına alması da bizi hayrete düşüren şeylerden biri.

3) Sıradan(!) kız: Bella

Edward’ın bu kusursuzluğuna karşı sakar, sessiz, kendi halinde sade bir güzelliği olan Bella Edward’ın yanında sıradan kalsa da aslında bunun tam tersi çok farklı bir kişiliğe sahip. Sessiz görünümünün ardında kimsenin fark edemediği ayrıntıları gören, akıllı, cesur bir kız yatıyor. Kusursuz Edward’ı Bella’ya çeken şey de aslında onun bu farklı yanını görebilmesi. Bella’nın ağzından anlatılan seri, günümüzde insanlara çok kolay yakıştırılan “sıradan” kavramını değiştiriyor.

4) Stephenie Meyer’ın vampirleri

Alacakaranlık Efsanesi’nde yazar Stephenie Meyer, bilinen vampir efsanelerinin ötesinde kendine özel orijinal bir vampir figürü çiziyor. Tabutlarda uyuyan, geceleri dışarı çıkan vampirler yok bu seride. Meyer, anlatımıyla vampirleri o kadar doğal bir şekilde günlük hayata yerleştiriyor ki bir yerden bir vampir çıksa hiç şaşırmayacak hale geliyorsunuz. Tabii ki bu, vampirlere inandığınız anlamına gelmiyor, zaten romanların amacı da bu değil. Romandaki vampir ile ölümlünün aşkı temel olarak imkansız bir aşkı simgeliyor ve bu fantastik roman görünümüne karşın kendi hayatınızdan pek çok yansımayı görebiliyorsunuz seride.

5) Meyer’ın sade dili

Şu ana kadar okuduğum pek çok Türk yazarın romanlarında sıklıkla süslü, ağdalı bir anlatımla karşılaşıyorum ve böyle romanlardan birkaç sayfa okumak bile beynimi çok yoruyor. Ama Stephenie Meyer’ın Alacakaranlık Efsanesi çok sade ve akıcı bir dile sahip. Öyle ki okumaya başladığınızda kendinizi kaptırıyorsunuz ve bir anda kitabın dörtte birinin bitmiş olduğunu fark ediyorsunuz. Serinin Türkçesini okurken bu sade anlatımın çeviriden kaynaklandığını düşünmüştüm ama şu anda serinin İngilizcesini okuyorum ve kesinlikle İngilizce dili de sade ve akıcı. Eğer İngilizceniz iyiyse serinin orijinal halini okumanızı tavsiye ederim.

Arkadaşlarımdan bu sürükleyici anlatıma kapılıp ilk kitabı bir gecede bitirenler de var. Ama benim size önerim Alacakaranlık serisi kitaplarını günlere bölerek okumanız, çünkü bir anda okuduğunuzda romandaki ayrıntılar üzerinde o kadar düşünemiyorsunuz ve sadece ana olaylara odaklanıyorsunuz. Bu da kitaplardan çabuk sıkılmanıza neden olabilir.

Alacakaranlık Efsanesi’ni diğerlerinden ayıran ve uluslararası en çok satan kitap (international bestseller) haline getiren özellikler tabii ki bunlarla sınırlı değil. Ama ben bu serinin bir tutkunu olarak kitabın farklı yönlerini kendi açımdan 5 maddede topladım.

Eğer siz de aşka inanıyor ve heyecanlı bir aşk hikayesi okumak istiyorsanız bu seri kesinlikle okunmaya değer. Başta benim yaptığım gibi “vampir” ön yargısına kapılmayın ve bu kitaplara bir göz atın bence.

Eğer seriyi okuduysanız ve siz de kendi fikrinizi söylemek istiyorsanız burada yorum yazarak düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

04.04.10

Nam-ı Diğer Aşk

Mart3

Geçen hafta Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul:  Nam-ı Diğer Aşk” adlı sergiye gittim. Nam-ı Diğer Aşk, yüzyıllardan bu yana en çok hayran kalınan iki şehir olan İstanbul ve Venedik’in karşılıklı kültürel etkileşimlerini ve tarihteki ilişkilerini konu alıyor. Serginin başlangıcında 15.yüzyıldan 20.yüzyıla uzanan dönemde Venedik ve İstanbul’daki gelişmeleri gösteren üç farklı dilde uzun bir tarih şeridi bulunuyor. Serginin geri kalanında ise Venedik ve İstanbul’a ait eski sanat eserleri, kıyafetler, kitaplar, tablolar ve paralar yer alıyor. Sergi 20 Mart’a kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyaretçilere açık. Nam-ı Diğer Aşk, sanata ve tarihe ilgisi olan herkesin kesinlikle gitmesi gereken bir sergi.

03.03.10

Gün Batarken

Şubat12

GÜN BATARKEN
(8.sınıftan arkadaşım Merve Erbaş’a ithafen…)

Gün batarken
Havanın kızıllığında ben
Usulca esen rüzgar misali
Sıcacık evime
Kavuşuyorum yeniden.

Sessizliğin içinden uzanıyor gece
Bulutsuz ve güneşsiz.
Gökyüzünde parıldayan ayla
Işıl ışıl yıldızlar, eşsiz.

Ve başlıyor yine
Kapanıyor yavaşça gözlerim,
Gecenin bu sessizliğine,
Uykuya dalıyor düşüncelerim.

Sevde KALDIROĞLU
06.04.09

Don Kişot Romanında Karakter Analizi ile İdealizm ve Materyalizm

Şubat5

Pek çoğumuz Don Kişot romanını öyle ya da böyle okumuşuzdur. Ben şahsen ilkokulda çok kısa bir versiyonunu okumaya çalışmıştım. Ama kendini şövalye sanan bir ihtiyarın “delilikleri” açıkçası ilgimi çekmemişti, bu yüzden yarım bırakmıştım okumayı. Ancak bu sene okulda ödev olarak okumamız gerekiyordu. Bunu öğrendiğimde yüzümün buruşmasına engel olamadım, beğenmeyeceğimden öylesine emindim ki. Kitabın daha başlarındayken, edebiyat hocamız bize bir fikir vermesi amacıyla aslında kitapta sembolize edilen iki düşünce akımından bahsetti: idealizm ve materyalizm. Gerçekten de Don Kişot’un yaptıkları birer delilik miydi, yoksa içinde bulunduğumuz toplum muydu bizi bu düşüncelere iten? O dersimizden sonra romana bakış açım değişti ve aslında Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırmasının altındaki nedenleri irdeleyerek okumaya başladım. Nitekim bu şekilde kitabı bitirdiğimde çok etkilenmiştim. Kitabı bitirdikten sonra kitapla ilgili bir tez yazmamız gerekiyordu. Böylece ben de ilk tezimi yazdım ve burada da sizlerle paylaşmak istedim. Keyifli okumalar!…

DON KİŞOT ROMANINDA KARAKTER ANALİZİ İLE İDEALİZM VE MATERYALİZM

17.yüzyıl İspanya’sını gerçekçi bir dille eleştiren, roman türünün ilk örneği sayılan, Miguel de Cervantes Saavedra’nın yazdığı önemli bir eserdir Don Kişot. Şövalyeliğin son bulduğu, toplumun tamamen materyalist bir kimliğe büründüğü o dönemde Cervantes bu yöndeki hayal kırıklıklarını Don Kişot ile dile getirmiştir. Cervantes, o dönemdeki materyalist ve idealist insanı romanındaki karakterlerle simgelemiştir.
Romanın baş kahramanı olan Don Kişot, gerçek adıyla Senyör Kesada, İspanya’da küçük bir köyde yaşayan yaşlı ve zengin bir asilzadedir. Parasını pulunu şövalye kitaplarına harcayan Don Kişot, bu hikayelerden o kadar çok etkilenir ki kendisi de gezici bir şövalye olmaya karar verir ve yollara düşer. Ancak ne kendisi ne de atı fiziksel olarak şövalyeliğe uygun değildir. Don Kişot yaşlı, uzun boylu ve zayıftır. Atı Rocinante de yaşlı ve sıska bir attır. Buna rağmen Don Kişot bunları umursamaz. Çünkü o, dönemin idealist insanını temsil eder. Onun için gerçeklik düşüncedir. Önemli olan görünen değil, kişinin aklında ona verdiği değerdir. Bu felsefeye dayanarak Don Kişot şövalyelik maceralarına başlar. Dev diyerek yel değirmenlerine saldırması ve miğfer sandığı leğeni başına geçirmesi de aynı mantığa dayanır. Ancak o, bu düşleriyle yarattığı dünyasında mutludur.

Don Kişot’un aynı zamanda ütopyacı bir yönü vardır. O; şövalyelerin insanlara yardım ettiği, tutsaklığın olmadığı, insanlara ağır cezaların verilmediği sevgi dolu ve adaletli bir dünya hayal etmiştir. Bunun uğruna savaşmış; kürek mahkumlarını kurtarmış, sevenleri kavuşturmuştur. Şövalye olmak istemesinde de onun bu yardımsever kişiliği etkili olmuştur. Don Kişot atıldığı maceralar sırasında cesur yönüyle de öne çıkmıştır. Şövalyelerle savaşmış, aslanlara meydan okumuştur. Çoğu kişi tarafından bu, bunaklık gibi görünse de Don Kişot için çok önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Don Kişot şöhrete önem verir ve adının her yanda duyulmasını ister. Nitekim bunu başarır da. Başlarda üzüntülü halinden dolayı kendisine verdiği Mahzun Yüzlü Şövalye unvanı aslanlarla düellosundan sonra Aslanlar Şövalyesi olarak değişmiş ve dört bir yana yayılmıştır. Bu şöhret onun istediği yönde olmasa da onu mutlu etmektedir. Don Kişot her zaman ada ve unvana önem vermiş; ancak herkese karşı kibar olarak asla asaletinden ödün vermemiştir.

Don Kişot’un bu idealist kişiliğinin tam tersine, seyisi Sanço Panza tamamen gerçekçi ve materyalist bir kimliğe sahiptir. Sanço aslında o dönemin toplumunda hakim olan düşünce sistemini temsil etmektedir. Don Kişot’un ona bir ada vermeyi vaat etmesiyle onun peşine düşer ve maceralarına katılmak zorunda kalır. Sanço Panza kısa boylu, şişman ve bilgisiz bir köylüdür. Bu yönden tam da Don Kişot’un aradığı seyis olmasına rağmen onun Don Kişot’un peşinden gitmesinin tek nedeni şövalyenin verdiği vaattir. O bu yönden faydacı bir kişiliğe sahiptir.

Sanço Panza gerçekçi bakış açısıyla efendisinin yaptığı şeyleri saçma bulmuştur. İlk başlarda bunu efendisine açıklamaya çalışsa da sonradan onun farklı bir düşünce dünyasına sahip olduğunu anlamış ve bazen efendisinin bu yönünü kullanmıştır. Onun için gerçeklik maddeden ibarettir. Görünen neyse odur. Ona başka anlamlar yüklemek mantıksızdır.

Sanço Panza için savaş ve şövalyelik önem taşımamaktadır. O bu konularda her zaman korkak olmuş ve Don Kişot’un tersine, kaçmayı tercih etmiştir. Gayet tembel ve rahatına düşkündür. Efendisiyle yolculuğu boyunca da her fırsatta dinlenmek ve uyumak istemiştir. Sanço için önemli olan mal, mülk ve paradır. İnsanlar da buna göre sınıflandırılır. Bunun için onun tek hayali bir adanın valisi olup zengin olmaktır. Nitekim en sonunda hayaline kavuşur ve bir adanın valisi olur. Sanço Panza cahil olmasına rağmen akıllıdır ve vali olarak adanın sorunlarına herkesi şaşırtacak derecede doğru çözümler bulur.

Romanda iki ana karakterin yanısıra Don Kişot’un dostları olan berber ve papaz da önemli yan karakterlerdir.  Berber her seferinde farklı planlar kurarak Don Kişot’u eve döndürme çabalarına girişir ve papaz da ona yardım eder. Papaz ile berber Don Kişot’un, şövalye hikayelerini çok fazla okumaktan delirdiğini düşünürler ve dostlarını eve döndürerek eski hayatına geri dönmesini sağlamaya çalışırlar. Her ne kadar kendilerini Don Kişot’un dostu olarak görseler de hiçbir zaman onu anlamaya çalışmamış, ideallerinin onun hayatı olduğunu fark edememişlerdir. Berber kurnazdır; Don Kişot’u eve döndürmek için çeşitli planlar kurar. İlk başta Don Kişot’u bir şekilde eve getirmeyi başarırlar; ancak bu çok uzun sürmez ve Don kişot şövalyeliğe geri döner. İkinci seferinde berber onun karşısına başka bir şövalye kılığında çıkar ama yenilerek başarısız olur. Son olarak onu eve getirdiklerinde ise Don Kişot yine kaçar.

Romanda Don Kişot’un bir de uğruna savaştığı Dulcinea del Toboso adında bir sevgilisi vardır. Don Kişot’a göre bir prenses olan Dulcinea aslında fakir bir köylü kızından başkası değildir. Don Kişot’un hayali prensesi Dulcinea ona göre İspanya’nın en güzel kızıdır ve köyün yakınlarında bir şatosu vardır. Don Kişot, seyisi Sanço ile ona mektuplar gönderir ve Dulcinea’sına yaptığı maceraları anlatır. Dulcinea del Toboso aslında romanda Don Kişot’un uğruna savaştığı davaya verdiği isimdir.

Romanın sonlarına doğru Sanço Panza, ada valisi olmanın ona göre olmadığını anlar. O, çiftçi bir köylüdür ve karısı ve çocuklarıyla çok daha mutlu olacaktır. Bunun farkına varmasıyla valiliği bırakır ve fakir ailesine geri döner. Don Kişot ise insanların onunla alay ettiğini ve yaptığı şeylerin mantıksız olduğunu anlar. Toplumla girdiği bu çatışmadan yenik çıkmanın zayıflığıyla köyüne geri döner ve herkesten yaptığı saçmalıklardan dolayı özür diler. Artık bu materyalist dünyayla baş edemeyeceğini anlamış ve idealizmden vazgeçmiştir. Sanço Panza ise gerçek mutluluğun ailesiyle çiftçi hayatına devam etmekte olduğunu anlayıp idealist bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Efendisi Don Kişot’u da çok sevdiğini anlar. Ancak Don Kişot hastalanıp yataklara düşer. Çünkü bu materyalist dünyada kendi özünü kaybetmektense ölmeyi tercih eder ve günah çıkararak hayata gözlerini yumar.

Cervantes’in Don Kişot romanında idealist karakter Don Kişot ile materyalist karakter Sanço Panza ve toplum çatıştırılmış, sonunda Don Kişot yenik düşmüştür. Don Kişot’un ideallerinin peşinden giden hayalperest yapısı materyalist toplum tarafından delilik olarak görülse de aslında delinin toplum olduğu, romanda ince bir şekilde anlatılmıştır. Don Kişot romanında idealizmin nasıl materyalizmin içinde boğulduğu, gerçekçi ve yalın bir dille gözler önüne serilmiştir.

05.02.10

Şiirimin Hikayesi – Bir Rüzgar Çıksa

Şubat2

Tarih, 2008 Ağustos’unun sonları. Yer, Gültepe/İstanbul.

Babamın yeni aldığı bir romanı görüyorum, Deniz Çakır’ın “Bir Rüzgar Çıksa” adlı romanı. Adı, ilgimi çekiyor. Ama -adının beni etkilediği kadar kendisi onu etkilememiş olsa gerek- babam fazla üzerinde durmuyor romanın, bir kenara koyuyor onu. Ertesi gün yine gözüme takılıyor roman. Bir kağıt, kalem alıyorum elime; oturuyorum koltuğa; başlıyorum yazmaya. “Bir rüzgar çıksa…” Kelimeler dökülüyor kalemimden ardı ardına. Sanki ezbere biliyormuşum gibi yazıyorum bir çırpıda. Sonra dönüp okuyorum yazdıklarımı. Yalnızlık kokuyor, hüzün kokuyor şiirim. Halbuki bunlar mı hissettiklerim? Hayır, sevdiklerim yanımda, mutluyum… Ama böyle hisseden insanlar tanıyorum, onları görüyorum, anlamaya çalışıyorum. Belki anlıyorum, belki anlayamıyorum. Ama bir şekilde tanık olduğum duygular dilleniyor kalemimde ve böylece oluşuyor “Bir Rüzgar Çıksa” adlı şiirim.

Aradan birkaç ay geçiyor. Kasım ayında Genç Paylaşım dergisinde öykü ve şiir yarışması ilanını görüyorum. Sonra annemin de ısrarıyla gönderiyorum yarışmaya bu şiirimi. Aradan aylar geçiyor, umudum tam bitiyorken bir telefon! Ve şiirimin Türkiye genelinde 2. olduğunu öğreniyorum. Tabii çok seviniyorum.

Ama tabii ki bir denemeyle kazanılmış bir başarı değil bu. Bundan önce başka eserlerle başka yarışmalara da katılıyorum. Ama pek çoğundan cevap gelmiyor ya da katılım belgesi gönderiliyor sadece. Ama umudumu kaybetmiyorum, hevesimin kırılmasına izin vermiyorum. Yine yazıyorum, yine katılıyorum yarışmalara.

Yani benim için önemli olan yazmak. Sevdiğin için yazmak, karşılık beklemeden yazmak, sadece kendin için yazmak…

02.02.10

« Eski Yazılaryeni Yazılar »