Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

2011’in İlk Yazısı

Şubat8

Merhabalar!

Uzun zamandır yeni yazı yazmadığımdan biraz sorumsuz hissediyorum kendimi. En son 2010’un son günü yazı yazdığım için bu, yılın ilk yazısı olacak sanırım. Ama özürler bahanesiz olmaz, ben de sıralayayım mazeretlerimi. Yaklaşık bir buçuk aydır neler yapıyorum?

İlk olarak iki hafta gripten hasta yattığımı söyleyeyim. 2011 bana pek sağlıklı gelmedi anlayacağınız. Ama çok şükür atlattım. Sonra haftalardır yeni yeni yemek tarifleri deniyorum, tatlılar yapıyorum. Hatta dün tek başına yaptığım ilk önemli yemek olarak mantar güveç bile yaptım. Tabii daha önceden yaptığım makarnaları yemekten saymıyorum bile. 15 tatile gireli beri yemek tariflerine öyle çok yoğunlaştım ki kendim tarifler oluşturmaya bile başladım. Hatta mütevazılığı bir kenara bırakıp aralarında çok lezzetli tarifler tutturduğumu da söyleyeceğim 🙂 Hal böyleyken bu kendime özgü tatlı tariflerini blogumda yayınlayıp yayınlamama arasında bocalıyorum. Bir yanım diyor ki ”Bunlar senin günlük yaşantının bir parçası; bunları günlüğünde paylaşmandan daha doğal ne olabilir ki?” Diğer yanım ise temelde yazı yazmak için açtığım blogumu bir yemek tarifi bloguna çevirmekten korkuyor. Hangi yanıma uysam, bilemiyorum doğrusu.

Onun dışında step-aerobiğe hiç aksatmadan devam ediyorum, gün geçtikçe aerobikte daha da iyileştiğimi görmek beni mutlu ediyor. Spora başlamamla sağlık konusunda beynimde yeni bir ufuk açıldığını, bilmem, söylememe gerek var mı? Abartı gibi olacak ama sanki hayatımda hiç kullanmadığım, hatta varlığından dahi haberimin olmadığı bir pencere keşfettim. Şimdi bu konu üzerine kafa yorar oldum; sağlıkla ilgili yazılar okuyorum, yemeklerimde bile sağlıklı ve dengeli beslenmeye dikkat ediyorum. Her gün 3 litre su içip abur cubur yerine sağlıklı sebzelere yöneliyorum. Bundan üç ay önce babamın uzattığı bir Ülker çikolatalı gofreti reddedeceğimi söyleseler hayatta inanmazdım. Çikolataya ve özellikle Ülker çikolatalı gofrete bağlılığımı bilenlerin bu cümleyi okuduktan sonra çok daha fazla şaşırma tepkisi gösterdiğine eminim 🙂

Yarıyıl tatiline girmek her öğrenciye olduğu gibi bana da ne kadar iyi geldi, bilemezsiniz. Tatile girmeden önceki üç haftalık sınav maratonu, karneye gelecek notları hesaplama ve sözlüyle onları yükseltme derdi; üstelik tüm bunların benim grip olduğum sürece denk gelmesi ve benim okula gitmek zorunda kalmam beni öyle yordu ki! Tatil ilaç gibi geldi, derler ya, aynen öyle. Hazır karne demişken bu sene kimyada nasıl zorlandığımı bilip ne olduğunu merak eden varsa müjdeyi vereyim; büyük uğraşlarla kimyayı karneme beş getirdim, çok mutluyum! 😀

Ama ders yönünden boş boş oturduğum bir haftadan sonra kendimi öyle mayışmış hissediyorum ki şu iki haftalık tatile yığılan ödevlerin kapağını açmaya mecalim yok. Evet, yanlış okumadınız, ‘şu iki haftalık tatile yığılan ödevler’ diyorum çünkü gerçekten de tüm proje ödevlerini bu tatile yığdılar ve ben henüz yapmaya başlamadım. Şahsen önümüzdeki üç gün daha yatıp ödevleri son güne sıkıştırmayı planlıyorum! Şaka tabii bu 😀

İşte benim gündemimde bunlar var, tatil moduna girmiş bir halde önümüzdeki hafta okulların açılacağını düşünmeden boş boş oturarak, yani alışveriş yapıp gezip tozarak, film izleyip mutfakta yeni keşifler yaparak vaktimi geçiriyorum. Umarım ilham perisi gibi bir ödev perisi gelir de şöyle hızlı çekimde tüm ödevlerimi bir çırpıda bitirttirir bana! Ya da en azından şu soğuklarda bir daha hastalanmayayım da ödevleri kendim yapsam da olur 😉

08.02.11

Yeri: Diğer | 2011’in İlk Yazısı için yorumlar kapalı

Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar!

Aralık31

Yeni şeylere karşı ister istemez bir heyecan duyarız her zaman. Yeni giysiler, yeni bir saç kesimi, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir şehir, yeni eşyalar… “Yeni” sözcüğü karşı konulmaz bir merak uyandırır içimizde, tekdüze hayatımızda umut ışığı olur bize. Bu sözcük, bilinçaltımızın derinliklerinde yatan Polyanna’ya can verir, istesek de istemesek de pembe gözlükleri takar gözlerimize. Çünkü hep bir hayal kurarız yeni diyince, yenisi eskisinden iyi olacakmışçasına umut ederiz. Ne zaman ki “yeni” yeniliğini kaybedip sıradanlaşmaya başlar, Polyanna çekilir köşesine, ta ki başka bir “yeni” gelip hayatımıza dokununcaya kadar; işte o zaman aynı döngü yeniden başlar.
Eğer o döngü hiç durmadan sürekli dönüyorsa içimizde, iyimserizdir. Ancak bir süre sonra artık “yeni” şeyler bile heyecanlandırmıyorsa bizi, kötümserlik tüm benliğimizi kaplamış demektir.

Yeni yıl da her yeni şey gibi heyecanlandırır bizi. Dünü biliriz, bugünü yaşarız, yarın için umut besleriz. Çünkü dünkü pişmanlıklar, bugünkü hatalar yoktur yarında; yalnızca saf umutlarımız ve hayallerimiz vardır. Bu yüzdendir ki her yıl sonunda gelecek olan yeni yıl, bizde uyandırdığı merak ve heyecanla sevinç de getirir, çoğu zaman yarın için umut beslemek yarının getirdiklerinden daha çok mutluluk verir.

Her gün yeni bir satır, her ay yeni bir sayfa hayatımızda açılan; her yeni yıl da yeni bir defterdir bizim için. Önce o güzel kapağını açar, yazmaya başlarız ilk sayfasının ilk satırlarına, umutlarla dolu en güzel yazımızla. Sonraki sayfalarda ne olur, bilinmez ama o yeni defterin yeni kapağını görmek bizi mutlu eder, içine yazacaklarımızı hayal etmenin ettiği gibi.

Halbuki bilmez miyiz ki, onların tümünü temel olarak kağıda, paragraf başından başlayıp son noktaya uzanan o uzun kağıda, yazarız; o kağıdı sayfalara, sayfaları da satırlara bölüp bir tutamına “defter” adını veren bizizdir aslında? Bir satırdan ötekine virgülle, üç noktayla uzanır cümlelerimiz, ta ki en son noktaya kadar. Zamanı da böyle bölmez miyiz? Sonsuzluğu yıllara, yılları aylara, ayları günlere, günleri saatlere, dakikalara, saniyelere bölüp buna “zaman” adını veren de biziz. Öyleyse sonsuzluğun her bir parçasında; “dün, bugün, yarın” gibi hiçbir zaman kavramı sınırlaması olmaksızın, yaşadığımız bir dünya olsa? En azından kendi dünyamızı  böyle yapma şansımız var. Peki o zaman umutlarımıza, hayallerimize ne olur? Belki gerçek olurlar…

Bugün hayal kurmamız, umut etmemiz ve bugün gerçekleştirmemiz dileğiyle…
Mutlu seneler!

31.12.10

Yeri: Deneme, Diğer | Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar! için yorumlar kapalı

Hayatın Olmazsa Olmazı: Spor

Aralık19

Spor hiçbir zaman bana cazip gelmemiştir. Atletiklik bir yana pek top tutma kabiliyetine sahip olmadığımdan okulda beden eğitimlerini de iple çektiğim söylenemez. Küçükken bile yakar top oynanacağı zaman yüzünde güller açmayan tek çocuk bendim muhtemelen. Ancak bunun beni pek rahatsız ettiğini söyleyemem, ta ki son yıllara kadar.

Spor kelimesiyle geçmişim 6 yaşında bir aylığına tekvandoya gitmemle başladı, bacaklarımı dümdüz açabilmem ve bir bacağımı düz bir şekilde kaldırıp başıma değdirebilmemin hocamızın ilgisini çektiğini hatırlıyorum. Hatta tekvando grubunda benim gibi esnek olan birkaç kızla birlikte televizyonda haberlere bile çıkmıştık. Ancak o zaman bunu yaşımın verdiği bir esneklik olarak algılayıp çok da üzerinde durmamıştık. Zaten okula başlayıp 4 sene boyunca sporla bağlantımı kesmem de unutmamızı kolaylaştırmıştı.

Pek de sportif olmadığımı anlamam 5.sınıfta kız voleybol takımında yedeklere atılmamla başladı diyebilirim. Oyuna alındığımda da yüzüme doğru gelen toptan kaçmam spor geleceğime pek parlak yansımamıştı. Daha sonraki senelerde benim için kabusa dönüşen spor, o zamanlar bana fazla bile gelen haftada iki saatlik beden eğitimi dersleriyle sınırlı kalmıştı.

8.sınıfta arkadaşlarımın da etkisiyle kötü de oynasam voleyboldan zevk almaya başladım. Hatta sınırlarımı zorlayarak 24 erkeklik futbol kulübüne bir kız arkadaşımla katılıp yıl boyu haftada iki saat futbol bile oynadım. Ancak liseye başlamamla spor hayatım yine durgunluk kazanmıştı, her ne kadar 60 yaşın üstünde olmasına rağmen pilatesle benden bile esnek bir hale gelen babaannemi ve spor yapmanın gerekliliğini savunan ailemi görsem de sportif olmadığımı kabullenip adeta sporsuz bir geleceğe yelken açmıştım.

Büyümenin ve ergenliğin getirdiği gelişmelerle yavaş yavaş kilo almaya ve spor eksikliğinden kaynaklanan hantallığımı fark etmeye başladım. Bir kızı en çok ne korkutur, diye sorsanız kilo almak derim. Nitekim liseye kadar çubuk gibi olduğumdan aklımın ucundan bile geçmeyen bu konu etrafımdaki örnekleri görüp esnekliğimi kaybetmeye başladığımı hissetmemle iyice aklıma takılmıştı. Mutlaka spor yapmalıydım.

Spor kelimesinin beynime girmesiyle arada yürüyüş yapmaya, evde babaannemden aldığım tüyolarla mekik çekmeye başladım. Ancak okul, sınavlar derken çok uzun sürmedi bu. Yazın arada yüzmek dışında hiç spor yapmadım, diyebilirim.

Lise ikiye başlarken ise kesin kararlıydım, bu sene mutlaka düzenli bir şekilde spor yapacaktım. Önce biraz yüzmeyi denedim, ama sonra annemin sayesinde daha önce aklımın ucundan geçmeyen bir sporla tanıştım.

STEP AEROBİK TUTKUSU

Annem bir aydır evimize çok yakın bir spor tesisinde step-aerobiğe gidiyordu. Çok hareketli ve yorucu olduğunu ancak sevdiğini söylüyordu. Ben de onun tavsiyesine uyarak step-aerobiğe başladım.

Step-aerobik; step tahtasını da kullanarak vücudun her bir bölgesini çalıştıran çok hareketli ve eğlenceli bir spor. Alışma sürecinde oldukça yorucu olabiliyor ancak ben fazlasıyla keyif aldığımı söyleyebilirim.

Bizim gittiğimiz programda haftada üç gün birer saat (yarım saati ayakta step hareketleri, yarım saatiyse yer hareketleri) step-aerobik yapılıyor. Vücudu gerçekten sıkılaştırıyor da. Ben yaklaşık bir buçuk aydır düzenli olarak gidiyorum ve kilo vermememe rağmen 3 cm inceldim. Ayrıca hocamızın demesiyle doğuştan gelen bir esnekliğimin olduğunu da keşfettim 🙂

Eskiden beri süregelen zayıf olan kişilerin spor yapmasına gerek olmadığı gibi bir düşünce var maalesef toplumda. Bana da sık sık ‘’Sen zayıfsın, neden spor yapıyorsun ki?’’ diyenler oluyor. Ancak şunu belirtmek isterim ki sporun amacı kilo vermek değil, temel olarak sağlıklı yaşamaktır ve kanaatimce hayatın olmazsa olmazıdır spor. Biraz geç de olsa bunu fark etmiş bulunuyorum. Şimdilerde böyle tepkiler yerine ‘’Ne güzel! Erkenden başlamış spora.’’ diyenleri gördükçe daha bir seviniyorum.

Sağlıklı yaşam için spor yapma anlayışının toplumumuzda yayılması, yoğun iş/okul rutiniyle tekdüzeleşen hayatımızda büyük bir öneme sahip.

Ayrıca sporda ‘yapamamak’ diye bir şey yok, ‘yapmaya çalışmak’ diye bir şey var. Azim; yaş, kilo, boy gibi sınırlamaları kaldırıyor sporda. Spor, günümüz dünyasında kişisel bir tercih değil de bir gereklilik konumuna gelmiş durumda.

19.12.10

Kimyaya Çalış(ama)mak

Kasım1

Yazma tembelliğini bırakma kararı almıştım, biliyorsunuz. Merak etmeyin, kararımdan caymadım. Yalnızca bu günlerde sınavlar ve yüklü ödevler dolayısıyla öyle sıkıştım ki gerçekten de derslerden başımı kaldıramıyorum.
Ama bir yandan da yazı yazmak istiyorum. Bu yüzden de bu yoğun günlerimden birini, bugünü, anlatayım size.

Bugün okula giderken gayet rahattım. Ama çıkışta ajandam bir sürü, hepsi de bu hafta içine sıkışmış yüklü ödevle dolmuş; sonraki günlerdeki sınavlar bir yana yarınki kimya sınavının stresiyle başıma bir ağrı saplanmış ve olur olmadık yerlerden çıkan sürpriz sunum ödevleriyle şaşkına dönen beynim yoğun bir günden sonra uyku moduna girmişti.

Nedendir bilmem, böyle normalden fazla çalışmanız gereken günlerde her zamankinden daha yorgun ve mayışmış hissedersiniz kendinizi; dinç, enerjik günlerinizde tek bir ödev bile olmazken en olmayacak güne sıkışıverir her şey. O gün yapacaklarınızın stresiyle mi gelir bu yorgunluk, yoksa hep bu günlere mi rastlar tüm yapılacaklar; onu daha çözemedim.

Kimyayı severim-en azından severdim, bu seneye kadar. Ama ne yazık ki bu sene başından beri kimyadan hiçbir şey anlamadım, desem yeridir. Üstelik sadece kimya işlesek bir şey demeyeceğim, ama kimya dersinde fizik konuları görerek sözde ‘kimyanın fiziğini’ öğrenmek sıkıyor beni.

İşte böylece eve bu vaziyette dönerken amacım oturup kimya çalışıp işlediğimiz her şeyi yalayıp yutmak, İngilizce ödevini yapmak ve fizik sunumunu USB’me atıp belki ucundan Tarih sunumuna başlamaktı.’Tabii ki bunların hepsini gerçekleştirdim!’ demeyi çok isterdim, ama bakın, neler yaptım:

17.00’da eve gelince biraz dinlenmek adına bilgisayarı açıp internette oyalandım. Dinlenmeden derse girişmek olmaz ne de olsa!
Sonra ‘aç ayı oynamaz’ diyerek yemek yedim. Halbuki okulda yediklerimden sonra tok olan karnımda gurultudan eser yoktu. Ama sıkılınca, üzülünce, stresliyken her zaman yaptığım gibi bir şeyler yemem gerekiyordu. Karnımı tuzlularla doldurunca biraz da tatlı yemekten zarar gelmeyeceğini düşünerek bir parça çikolatayı ağzıma tıkıştırdım.

İyice şişen karnımı yatıştırmak adına yine bilgisayarın başına geçtim, biraz müzik dinledim. Artık ders çalışmaya başlama vaktimin çoktan geldiğini söyleyen mantığımı dinlemeye karar verdim. Ne var ki, bir kez çikolatanın tadını almış olan midem tüm oburluğuyla daha fazlasını isterken mutfağa doğru yola çıkan ayaklarımla abur cubur arayışına koyulan ellerime engel olamadım. Çekmeceyi açtığım gibi karşıma çıkan Ülker Çikolatalı Gofret’i görünce, onu yemek de kaçınılmaz olmuştu.

Gofreti de ders çalışmaya moral niyetine mideye indirdikten sonra sonunda çantamdan kimya eşyalarımı çıkarmıştım. Kendimi bildim bileli masa üstünde çalışamam ben; ya yatağa yayılır çalışırım ya da halının üstüne. Nitekim ben yine ıvır zıvırdan geçilmeyen çalışma masamı bırakıp halıya kitaplarımı, defterlerimi yaydım; başladım çalışmaya. İçimde haftasonu biraz çalışmış olmanın hafif bir rahatlığı olmasına karşın halen aklımda korkulu rüyam kimya sınavına gitgide yaklaşıyor olmanın verdiği tedirginlik vardı.

Kulağıma kulaklıklarımı takarak yüksek sesli müzik dinlemeye başladım; çoğu zaman ders çalışırken bu şekilde müzik dinlemek dış dünyadan soyutlanıp konuya odaklanmamı sağlar. Öyle de oldu. Özet çıkararak çalışma sistemimle yavaş yavaş da olsa birkaç konuyu geride bırakmıştım, önümde çalışılacak bir sürü çalışma kağıdı ve özet çıkarılacak 10 sayfa olduğunu düşünmemeye çalışıyordum.

Biraz çalıştıktan sonra bulunduğum yerden sıkıldım, oturma odasına geçtim, orada da yere serildim. Evde annemden başka kimse olmadığından rahattım. Bu arada da kendime bitki çayı yapıp tekrar derse ve müziğe gömüldüm.

Bir süre sonra ışığın dalga teoremine mi tanecik teoremine mi inanacağını bilemeyen beynim, bizden iki kanıtlanmamış teoremi yalayıp yutmamızı bekleyen müfredata söverken, artık çalışmaktan bulanmış bir vaziyete gelmişti.

Bu kadar çalışmaya bir ara vermek için başından kalktığımda bugün uzun bir süre tekrar başına oturmayacağımı biliyordum.
Ne mi yaptım? Önce yaklaşık 15 dakika boyunca oturup bunları yazmayı düşündüm. Sonra yerdeki bu komik görünümün fotoğrafını çektim ve başladım yazmaya. 1 saattir bunları yazıyorum. Sanırım artık çalışmaya dönmenin vakti.

Bu arada annem de önüme fırından yeni çıkmış bir creme brulee koymuş, yenmez mi? Tamam, kabul ediyorum, tam bir tatlı canavarıyım 😀

01.11.10

Şiir Yazmak Üzerine: Şiir Üzerinde Değişiklikler Yapılabilir mi?

Ekim13

Yazma tembelliğine bir son verme kararı aldığımdan beri canla başla yazı yazma çalışmalarına giriştim. Şiir yazdıkça şiir yazmak üzerine düşünür oldum. Geçenlerde ‘Şiir üzerinde değişiklikler yapılabilir mi?’ diye bir şey takıldı aklıma.

Benim bu konuda hep kesin bir görüşüm olmuştur: Hayır, şiir ilk yazıldığı haliyle güzeldir, bu yüzden üzerinde değişiklikler yapılamaz.
Ama geçen gün babamla, yazdığım ‘’İstanbul’da Bir Yalnız’’ şiiri hakkında konuşuyorduk. Bana şiiri beğendiğini, ancak iki dizede takıldığını söyledi. Dizeler şöyleydi:

‘’İzledim İstanbul’u,
Yükselen tepeleri, yükselen minareleri’’

Burada iki kez ‘yükselen’ kullanmak yerine;
‘’Yükselen tepeleri, incecik minareleri’’ dersem daha iyi olabileceğini düşünüyor.
Evet, belki daha iyi olabilir. Ama benim fikrim şu yönde:

Bu bir düz yazı olsaydı, kesinlikle onu defalarca okur ve üzerinde pek çok değişiklik yapardım. Aynı şekilde bir resim olsaydı; defalarca siler, yeniden çizerdim. Mükemmelliği yakalamaya çalışırdım. Ama bu bir şiir ve şiir, benim tanımıma göre, duyguların kelimelerle kağıda ahenkli bir şekilde dökülmesidir. Bir kez dökülür ve öylece kalır. Çünkü duygular anlık, kelimeler kalıcıdır. Duyguyu o an yaşar ve kağıda geçirirsin; bence en mükemmel hali de odur.

Eğer sonradan en ufak bir şeyi değiştirirsen şiirde, büyüsü bozulur. Eğer ben şimdi o iki dizeyi değiştirirsem; belki okuyan biri daha çok beğenecek ama benim için anlamını yitirecek, aynı tadı alamayacağım bir daha okuduğumda.

Kesinlikle yanlış anlaşılmasın, her zaman eleştiriye açığım, hatta eleştiri almaktan memnun olurum; çünkü bu, şiirime değer verildiğini gösterir. Eleştirilen noktalara bir sonraki şiirimi yazarken dikkat ederim hep, şiirimin ilk halini değiştirmeyi düşünmem hiç. Dediğim gibi bir nesirden, resimden farklıdır şiir. Büyük ressamlar resim bizim gördüğümüz hale gelene kadar yüzlerce desen çalışması yaparlar mesela. Ama şairler…

Fazlasıyla amatör bir şair olarak bence şiir her zaman ilk haliyle güzeldir. Siz ne dersiniz?

13.10.10

İstanbul’da Bir Yalnız

Ekim10

İSTANBUL’DA BİR YALNIZ

Bir bahar sabahı yürüdüm
İstanbul’un dar sokaklarında
Hafiften bir rüzgâr esiverdi,
Üşüdüm,
Bir ağrı alevlendi şakaklarımda.

Huzurlu bir hayale daldım
İstanbul kokan.
Düşü gerçek sandım
Neden sonra evlerin ahşap kokusuyla uyandım
Köşeden bir simit aldım
İstanbul kokan.

Sonra gördüm onu.
Masmavi gözleriyle
Bakıyordu.
Koştum bir telaşla,
Gönlümde bir şevk, bir aşkla
Bilmeden sonunu.

Ve ulaştım ona,
Belki de bir mutlu sona
Uzandım,
Dalgalar yakaladı elimi
Açtığımda gözlerimi, gördüm, İstanbul’u
Masmavi denizini.

Bir banka çöküverdim
Ağırlaşmış bedenimle.
Bir yanımda pişmanlık,
Bir yanımda özlemimle.
Kurumuş dudaklarımda
Unutulmuş bir cümle
Keşke…
Sustum.
İstanbul’u izledim
Yine bir hayale daldım,
Onu izledim.

Bir ışık parladı sonra
Aydınlandı gökyüzü.
Denize düştü
Güneşin hareleri.
İzledim İstanbul’u
Yükselen tepeleri, yükselen minareleri
Güldüm,
Kalktım ayağa.
Elinden tuttum yalnızlığımın,
Yürüdüm.

SEVDE KALDIROĞLU

23.09.10

Yazma Tembelliğine Son!

Ekim9

Bir süredir benimle süregelen, bir türlü üzerimden atamadığım şu ‘yazma tembelliği’ni yenmeye karar verdim artık.

Bundan yaklaşık iki hafta önce elektrikler kesildi, ancak o zaman aklıma geldi yazı yazmak. Mum ışığında tam kalemle aramda romantik bir bağ kurmuştum ki elektrikler geldi, romantizm bozuldu. Yarım kaldı yazım, ‘zaten güzel değildi’ deyip bir daha da yüzüne bakmadım.

Geçenlerde bloguma bir baktım; toplamda 9 yazım var. Peki bu blogu açalı ne kadar oldu? Yaklaşık 9 ay. 9 ayda 9 yazı. Günlük değil de aylık tutuyorum sanki! Yakın çevremden de eleştiriler gelince dedim: ‘Sevde, artık kendine bir öz eleştiri yapma vaktin geldi de geçiyor bile.’

Düşündüm de ben bu blogu sürekli yazmak, kalemimi geliştirmek, günlük tutmak ve kendime bir yazı arşivi oluşturmak için açtım. Ee, tembellik yapıp yazmazsam oturduğum yerden gelişmez ki kalemim! Ne o öyle bloga mevsimlik uğramalar, ‘beğenilmez’ diye yazı yazmamalar!

Şahsen oralarda bir yerlerde blogumu okuyanlar var mı, bilmiyorum ama (anneciğim ve babacığım, sizi kastetmiyorum :)) –zaten varsa da tembelliğim sayesinde artık kalmamıştır- bundan sonra karar verdim; yazacağım. Sinemadan, kitaptan, şiirden, alışverişten, hava durumundan, ondan, bundan, şundan…(Aşırıya kaçarsam çekinmeyin söylemekten :))

Umarım bu dileğimi gerçekleştirir ve şu ‘yazma tembelliğime’ bir son verebilirim artık. Yoksa ‘başarılı yazar’ hayallerim suya düşecek gibi…

09.10.10

« Eski Yazılaryeni Yazılar »