Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Ayvalık Lezzetleri

Temmuz15

Ayvalık deyince kimisi “Rakı, balık, Ayvalık” der, kimisi de “Ayvalık tostu”. Ancak baba tarafından Ayvalıklı biri olarak bana çok farklı şeyleri çağrıştırıyor bu küçük yer.

Bir kere deniz geliyor en başta. O tuzlu, masmavi denizi. Hele de Sarımsaklı’nın denizi yok mu? “Çivi gibi soğuk” diye diye dudaklarımız morarıp parmaklarımız sudan buruşana kadar yüzdüğümüz o pırıl pırıl berrak Ayvalık denizi… Sonra domates geliyor aklıma; babaannemin domatesleri. Babaannem Ayvalık’ta oturur, ben de yazın tatile onun yanına gelirim; tıpkı geçen hafta yaptığım gibi. Babaannem Ayvalık’ın Perşembe Pazarı’ndan özenle seçip aldığı kırmızı kocaman domatesleri keser kahvaltıya; üzerine limon suyu, zeytinyağı, biraz da tuzla harika olur. Kahvaltının baş tacıdır domatesimiz; ama her domates değil, babaannemin aldığı tadından yenmeyen Ayvalık domatesleri. Kimi sabahlar peyniri, zeytini bırakıp onu yeriz; iki büyük domatesi ekmeğimizi suyuna bana bana bir çırpıda yediğimiz olur. En güzel kahvaltıdan bile lezzetli gelir bana o domatesin tadı.

Sonra özellikle de bu sene gözdem haline gelen o kabakları da unutmamak lazım. Ama öyle büyük, açık renkli değil bunlar; küçük mü küçük, yeşil mi yeşil, tazecik! İstanbul’da da varmış onlardan, ben mi hiç yemedim, onu bilmem. Ama böyle lezzetlisine hiç denk gelmedim, ondan eminim. Yine babaannemin pazardan alıp haşladığı yeşil küçük kabakların üzerine sarımsak-zeytinyağı-limon üçlüsü gezdirilir, yanında yoğurt ile afiyetle yenir. Böylesine hafif ancak bu kadar lezzetli bir yemek de zor bulunur hani.
Ayvalık’ın perşembe pazarı demişken, her türlü meyvenin en lezzetlisi de bulunur bu pazarda; hatta bununla da kalmaz, meyveler Ayvalık halkı tarafından kapışılır. Organik midir, onu bilemem ama doğallığın verdiği lezzetle tadına doyum olmayan kirazlar, erikler, karadutlar, şekerpare kayısılar hiç eksik olmaz babaannemin evinden. Kahvaltıdan sonra, denize giderken, karnımız acıktığında bol bol yenir bu veletlerden.
Ee hal böyle olunca işi biraz abartıp İstanbul’a 8 saatlik yolla Ayvalık domatesi ve kabağı götürmeyi de düşünebilirsiniz. (Not: O deli benim! 😛 )

Kabak dedik, domates dedik, meyvelerden söz ettik; börülce unutulur mu hiç? Her ne kadar İstanbul’da da satılsa da babaannem gerçek börülcenin Ayvalık’ta bulunduğunu, İstanbul’da piyasadakilerin taze fasulye olduğunu iddia ediyor. Haksız da değil hani, tıpkı kabakta olduğu gibi Ayvalık börülcesinin de tadı farklı. Sarımsak-zeytinyağı-limon üçlüsünü bunun da üzerine gezdirince tadına doyum olmaz.
Evde bir de kuru bakla varsa, ondan da bir güzel fava yapılır. Bilmezsiniz belki favayı, zira İstanbul’da söylediğim çoğu kişi hiç duymamıştı. Fava, kuru iç baklanın kuru soğan ile haşlanmasıyla yapılıyor, üzerine zeytinyağı ve limonla bir meze gibi -benim için bir yemek gibi- yeniyor. Özellikle son zamanlarda bir ‘fava delisi’ olduğumu kabul etmeliyim, ikide bir durup da “Hadi fava yapalım” demem de bundandır. Ben bayılırım favaya, benim için az önce bahsettiğim arkadaşlarla beraber en güzel kebaptan bile üstündür bu meze. Ama İstanbul’da tattırdığım hiç kimseye -her nedense- beğendiremedim bu tadı, o yüzden bizim evde ben pişirir, ben yerim bir tencere favayı.

Ayvalık zeytinyağlılarını baş köşeye oturttuk. Ee başka Ayvalık’ın nesi güzel? Balığı çok ünlüdür, güzeldir hani. Bir de sakızlı dondurması vardır, ağız tatlandırmak istediğinizde afiyetle yenir. Özellikle Cunda Adası’ndaysanız yanına Santa Maria’lı dondurma istenir, yoğun tarçınlı tadıyla pek güzel olur.

İşte böyledir Ayvalık, sıcak mı sıcaktır, denizsiz çekilmez. Denizden her türlü yararlanılır burda; bol bol yüzülür, sandalla açılınıp balık tutulur, deniz kenarında oturulup balıklara simit atılır, özellikle geceleri mehtap ışığında deniz kenarında yürünür, ya da dinlenmek için birebir bir çay bahçesine oturulur, pırıl pırıl deniz manzarasıyla gözlere sefa çekilir.

Ayvalık dedik; peyniri, zeytini unuttuk. Olmaz! Ayvalık peynirden, zeytinden ayrı tutulamaz. Ayvalık’ın kuru kelle peyniri, teneke tulumu, kırma zeytini kahvaltılara şenliktir. Zeytinyağı zaten zeytinyağlılarına lezzet veren temel öğedir. Ama bunları Ayvalık’ta yemek yeter mi? Yetmez, İstanbul’da da ister insan. İşte o zaman Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşu’ndaki Ayvalık Lezzet Dünyası’na gidilir; Ayvalık’ın hakiki peyniri, zeytini, zeytinyağı alınır, İstanbul kahvaltısında, yemeklerinde Ayvalık lezzeti yaşanır.

İşte 9 gündür Ayvalık’ta böyle geçiyor günlerim, bugün buradaki son günüm. Babaannem perşembe pazarından kabak, domates alacak bana, onları götüreceğim İstanbul’a.
Burada internet olmadığından bu yazıyı da bugün yayımlayamam; belki bu gece otobüs yolculuğunda internet oluyor ya, o zaman yayımlarım. Neyse ben bunu bırakıp da bavulumu hazırlayayım, daha toplanacak çok şey var ne de olsa.

Ey değerli okuyucum, şimdi karnın açsa içinden bana neler diyorsundur, kim bilir! Ama olsun, bir gün olur da yolun Ayvalık’a düşerse tüm bu lezzetlerin tadına bakar, belki beni de hatırlarsın! 🙂

15.07.11

Çıtır Edebiyatı

Haziran22

Hiç çıtır edebiyatı diye bir şey duydunuz mu? Ya da ‘çik-lit’ diye? Eğer bir bayansanız ve kitap okumayı seviyorsanız mutlaka bir çik-lite denk gelmişsinizdir.

Çik-lit ya da çıtır edebiyatı, İngilizce’de ”chick lit/chicken literature” diye bilinen, kadınlar tarafından kadınlara yönelik yazılan bir edebiyat türü. Romantik-komedi havasında, ama çok daha özgün ve yaratıcı. Çıtır edebiyatı aşk, arkadaşlık, alışveriş düşkünlüğü, kilo problemi gibi günlük hayatımızda yaşadığımız pek çok konuyu kendi ayakları üzerinde duran kadınların ağzından hafif, samimi ve esprili bir dille anlatıyor. Bugün kitapçıların ”çok satanlar” bölümü çik-lit romanlarla dolu; bazıları gerçekten türünde edebi başyapıt sayılabilecek nitelikteyken bazılarıysa çıtır edebiyatı hakkında ön yargılara sebebiyet verecek derecede klişelerle dolu.

Her ne kadar çıtır edebiyatı son yıllarda popüler olmuş modern bir tür sayılsa da aslında tarihi 19.yüzyıla dayanıyor. Çıtır edebiyatının konusu temel olarak ‘kendi ayakları üzerinde duran kadınlar’ üzerine kurulu olduğundan, Charlotte Bronte’nin Jane Eyre‘i(1847) ve Jane Austen’in pek çok romanı -ana karakteri kadın olan ilk romanlar- aynı zamanda bu türün de ilk örnekleri olarak kabul ediliyor. Ancak modern çıtır edebiyatının ilk önemli örneği Helen Fielding tarafından 1996 yılında yazılan Bridget Jones’un Günlüğü olarak biliniyor.

Çıtır edebiyatının kadın okurları bu denli çekmesinin nedeni günümüz toplumunun kadınını yansıtması. Çik-lit, hayali karakterlerin sıradışı hikayesi değil; basit, gerçekçi ve aynı zamanda komik. Kadınlar bu romanları okuyup ana karakterle anında empati kurabiliyor, çünkü çik-lit kahramanları okuyucuyu temsil ederken romanları gerçek hayatı yansıtıyor. Eğlenceli ve kolay okunur olmasının ötesinde çıtır edebiyatı kadınların karşılaştığı bekar ya da evli yaşamı zorlukları, ekonomik sıkıntılar ve ofis karmaşası gibi pek çok sorunu de ele alıyor. Çik-lit baş kahramanın aklından geçen her düşünceyi dobra bir dille yazarak romanı daha da gerçekçi bir hale getirirken okuyucuya da sık sık deja vu hissini yaşatıyor.

Bazı ebebiyat eleştirmenleri ve okuyucular çik-liti anlamsız, fazla hafif, hatta saçma olmakla suçluyor. Bu ön yargılara yol açan birkaç neden var. Çıtır edebiyatı şaşırtıcı bir şekilde kısa bir sürede geniş bir okuyucu kitlesi oluşturup dünya çapında büyük bir başarı elde ettiğinden beri çik-lit yazarlarının sayısı özellikle son yıllarda hızla arttı. Her edebiyat türünde olduğu gibi böylece çik-litin iyi örneklerinin yanında kötü örnekleri de yazıldı. Alışverişkolik ana kahraman gibi tek bir yazar tarafından oluşturulan bazı orijinal karakterler öyle çok okuyucunun beğenisini kazandı ki bunlar pek çok sözde çik-lit yazarı tarafından taklit edildi ve bu da çıtır edebiyatının aynı standart karakterlerle aynı hikayenin tekrar tekrar anlatıldığı bir tür olarak bilinmesine yol açtı. Böylece aslında çok başarılı yazarlara ait olan orijinal konu ve karakterlerin taklidi çıtır edebiyatı hakkındaki kötü ön yargılara sebep oldu.

Çıtır edebiyatının tüm kötü örneklerine ve aldığı eleştirilere rağmen, şu bir gerçek ki çik-lit Sophie Kinsella ve Marian Keyes gibi edebi anlamda saygıdeğer yazarlar yaratarak gün geçtikçe büyümeye ve daha çok okuyucu çekmeye devam ediyor; bir yandan da edebiyatta kendine kalıcı bir yer ediniyor. Çıtır edebiyatı geliştikçe ve saygın yazarları bünyesine katmayı sürdürdükçe okurların olduğu kadar edebiyat eleştirmenlerinin de beğenisini kazanacak gibi görünüyor.

NOT: Çıtır edebiyatının en gelişmiş olduğu İngiliz çik-litlerini okumak isterseniz Sophie Kinsella’nın Alışverişkolik serisi ve Pasaklı Tanrıça’sını; yeni gelişen Türk çik-litlerini denemek isterseniz Ekin Atalar’ın Selindrella kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Her ne kadar bu tür yurtdışında daha gelişmiş olsa da çıtır edebiyatı listemde birinci sırada Selindrella yer almaktadır 🙂

22.06.11

Yeri: Edebiyat | Çıtır Edebiyatı için yorumlar kapalı

Kuyucaklı Yusuf

Haziran2

Kuyucaklı Yusuf

Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu bilir misiniz siz? Hani küçücük yaşta köyünün bağrından koparılan yetim Yusuf’un düzmecelerle dolu şehir hayatıyla yaşadığı çatışmaların acıklı öyküsü; aynı zamanda ‘sevgi nedir’ bilmeyen bir adamın sevme çabaları, belki de kaleme alınabilecek en saf aşk hikayesi… Bir gerçekçi, bir coşumcu tarzıyla eserini sunuyor bize yazar; romantizmle bulutlara yükselen okuyucuyu realizmin can yakıcı elleriyle sık sık yeryüzüne indiriyor. Ama sonuçta ortaya etkileyici bir eser ve eşsiz bir kahraman çıkıyor.

Kuyucaklı Yusuf beni çok etkiledi; Yusuf’a aşık oldum, Yusuf’a kızdım, Yusuf’a hak verdim, Yusuf’a acıdım, tepkilerine kızdım, tepkisizliğine öfkelendim ama Yusuf’u hep sevdim. Romanı okumadıysanız tavsiye ederim, bakalım siz de Yusuf’u sevecek misiniz?

Romanı okuma niyetiniz varsa bunun devamını okumamanızı öneririm, dil anlatım dersi için okuduğumuz Kuyucaklı Yusuf ile ilgili yaratıcı çalışma olarak ben bir şiir yazdım, şimdi onu burada paylaşacağım. İyi okumalar!

KUYUCAKLI YUSUF

Matemini tuttu Yusuf içinde,
Kederini yüklendi
Ve yola çıktı.
Ne bir idealin peşinde
Ne de yaptığının bilincinde
Gözyaşlarını hapsederek
Yüreğinin derinliklerinde.
Ağlamazdı o, ağlayamazdı
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

Yağmurlu bir sonbahar gecesi
Yetim bıraktı Yusuf’u.
Ama Yusuf’un alnı pek,
Yusuf’un sırtı dik
Gözleri çakmak çakmak
Naifti bedeni,
Ama kocamandı kalbi
Masumiyet kokuyordu her hecesi
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

Bir ışık, bir umut, bir aşk alevlendi
Yusuf’un yüreğinde.
İnkar etti Yusuf,
Reddetti aşkını tüm benliğiyle
Hapsetti ruhunun mahzenine.
Sevmezdi o, sevemezdi
Bilmiyordu ki sevmeyi.
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

Bir an bir hırs, bir kıskançlık bastı içini
Kulaklarını tıkadığı çığlıklarını duydu yüreğinin
Tuttu sevdiğinin elini,
Yumdu gözlerini,
Attı kendini aşk denen boşluğa
Bıraktı ruhunu tatlı bir sarhoşluğa.
Şimdi Yusuf’tu o,
Güçlü, kararlı, aşık Yusuf’tu,
Kuyucaklı Yusuf’tu.

Gerçekler peşini bırakmadı Yusuf’un,
Acı tüm çıplaklığıyla yüzüne vurdu.
Şimdi hissettiği ne bir sarhoşluk ne huzurdu.
Istırap, keder, yalnızlık, çaresizlik…
Hepsini bir anda sırtına yüklendi,
Bir parça aşkla kıvılcımlanan hayalleri
Azrail’in bir dokunuşuyla sönüverdi.
Ama yıkılmazdı o, yıkılamazdı
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

Hayatın yükü omuzlarında
Çalışmaya başladı Yusuf, çabalamaya
Sevdiğinin, biricik Muazzez’inin çok uzağında.
Kabullenemezdi çaresizliği
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

Hayatın son darbesi
En ağır yerden geldi Yusuf’a
Sevdiği, biricik Muazzez’iydi,
Yaşamın kirli sularında masumiyetini yitiren
‘’Çocuk’’ Muazzez’iydi.
İntikam, hırs, kan ve ölüm…
Hepsi bir anda oldu,
Yusuf haykırdı kinini dünyaya
Ve geçmişi, bugünü, geleceği ellerinden kayıp giderken
Kininin içinde boğuldu.
İşte o, Yusuf’tu,
Kuyucaklı Yusuf’tu.

Matemini tuttu Yusuf içinde,
Kederini yüklendi
Ve yola çıktı.
Ne bir idealin peşinde
Ne de yaptığının bilincinde
Gözyaşlarını hapsederek
Yüreğinin derinliklerinde.
Ağlamazdı o, ağlayamazdı
Çünkü Yusuf’tu,
O, Kuyucaklı Yusuf’tu.

SEVDE KALDIROĞLU

26.05.11

Hain Beyazlar!

Nisan29

Hani beyaz iyilik demekti, mutluluk, huzur demekti? Hani beyaz hep masumdu?

Değil aslında, beyaz hiç de masum değil! Her şeyin beyazı daha bir kurnaz sanki; beyaz pirinç, beyaz makarna, beyaz un, beyaz şeker… Saymakla bitmez! Önce bir parmak bal çalıyor ağzımıza, sonra unutturuyor kendini, yeniden acıkıveriyoruz.

Evet, beyazın gerçeği bu. Hani şu fırından yeni çıkmış, öğünlerde bol bol tükettiğimiz beyaz ekmek ya da akşam yemeği yoksa hemencecik haşlayıverdiğimiz beyaz makarna ya da tereyağında kavurduğumuz beyaz pirinç pilavı! Hepsi o güzelim görünümlerinin ardında yatan yüksek glisemik indeksleriyle yedikten sonra kısa bir süre içinde tekrar acıkmamıza neden oluyor. Boşuna değil yedikçe daha çok yemek istememiz, hepsi o kurnaz beyazların başının altından çıkıyor.

Tam tahıl ve tam buğday ekmeği

Peki ne yapacağız? Yediğimiz miktarda doyabilmek için yapmamız gereken beyazlardan kurtulup esmerlerine yönelmek. Hem boşuna dememişler ‘’Esmersen güzelsin!’’ diye, çünkü esmer hem lezzetli, hem doyurucu. Tam tahıllı esmer ekmek, tam buğday unu, kepekli un, kepekli makarna… Hepsi beyazlara göre çok daha fazla lif içeriyor, bu şekilde hem yiyip hem de daha uzun süre tok kalmanızı sağlıyor. Anlayacağınız yüzünüze gülüp arkanızdan iş çeviren beyazlar gibi değiller.

Ee şimdi siz de düşünüyorsunuz, ‘Birisi bir şeyler karalamış, belki doğrudur ama bu yaştan sonra esmer ekmek yiyip kepekli un mu tüketeceğim?’ diyorsunuz belki. Ama bu işlerin yaşı yok, hiçbir şey için de geç değil. Tek yapmanız gereken yarın sabah ekmek alırken tam tahıllı ya da tam buğday ekmeğini de sepete eklemek. Sofrada normalde 5 dilim beyaz ekmekle doyarken 3 dilim tam tahıllı ekmeğin yeterli olduğunu ve daha tok tuttuğunu göreceksiniz.

Tam buğday unundan krep kanepeleri”Organik tam buğday unundan yaptığım kreplerle hazırladığım kanepeler, hem çok lezzetli hem çok sağlıklı hem de doyurucu!”

Her şey beyinde bitiyor aslında, insan beynine ‘sağlıklı yaşama’ emrini vermedikçe ne kadar sağlıkla ilgili okusa, bir yerlerden bir şeyler duysa da nafile…

29.04.11

Therese Raquin ve Natüralizm

Nisan27

Edebiyatta doğalcılık akımının en değerli örneği belki de, derin betimlemelerin tüm çıplaklığıyla sunulduğu bilimsel bir başyapıt, natüralist bir roman Emile Zola’nın biricik Therese Raquin‘i. Başarılı şöhretine bir etki eder mi, bilmem, ama benimse baştan sona okurken nefret ettiğim yegane roman. Nefret ettim, diyorum ama çok başarılı bir eser, bunu da inkar edemem. İnsanların çıkar dolu düşüncelerini tüm açıklığıyla ortaya koyan çok başarılı bir roman. Edebiyatta gerçekçilik ve natüralizmi seven okurlar için çok keyifli olacağından şüphem yok; ama kendi adıma konuşmam gerekirse natüralizm eserlerinin okunacak kitap listemde en son sırayı alması gerektiğini Therese Raquin’den sonra kesin olarak anladım.Hatta yaptığım birkaç araştırmadan sonra geçmişte okurken nefret ettiğim Jack London’ın Beyaz Diş‘i, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç‘ı gibi romanların da gizini çözdüm; meğer onlar da natüralist romanlarmış. Sonuç olarak Therese Raquin’i dil ve anlatım dersinde ödev olarak okumaya başladığımızda tüm iyimserliğimle almıştım kitabı elime, ancak her beş sayfa okumanın sonunda -ki bu romanda bir oturuşta okuyabildiğim en fazla sayfa sayısı bu- depresyon moduna girdiğimi fark etmem çok uzun zaman almadı. Nitekim uzun bir süre sonra kitabı nihayet bitirebildiğimde ödev olan tezi yazabildim. Kitaptaki olayların seyrini, kitabın sonunu ve yazarın her bir olayın ardına sakladığı nedenleri incelediğim tezimde yazara dair eleştirilerime de rastlayabilirsiniz. İyi okumalar!

THERESE RAQUIN VE NATÜRALİZM

Doğalcılık akımı, diğer adıyla natüralizm, 19.yüzyılda Fransa’da doğmuş bir edebiyat akımıdır. Natüralizm, insanı çevrenin ve kalıtımın bir ürünü olarak görür, toplumu ve bireyi deneysel olarak ele alır. Doğalcılık akımının başyapıtlarından biri olan Therese Raquin romanında natüralist yazar Emile Zola, karakterlerini fizyolojik özellikler ve çevrenin etkisi bağlamında ele alarak tutku, cinayet, vicdan azabı gibi güçlü kavramları ve bu duyguların insanın psikolojik yapısındaki seyrini neden-sonuç ilişkisi içinde incelemiştir.

Doğalcılık akımı, yaşamın kaba ve bayağı sayılarak ele alınmayan yanlarını, toplumun sıradan veya dışlanmış bireylerini  mercek altına alarak hayatın gerçeklerini olduğu gibi yansıtmayı, bunun da ötesinde bu gerçekleri deneysel bir itina ile laboratuvar ortamında incelemeyi amaçlar. Bu yönüyle realizmi de çok daha ileriye taşımış; bilimden etkilenmiş ve bilimi de etkilemiştir. Akımın gelişmesinde o dönemlerde ortaya atılan, Darwin’in evrim ve soyaçekim teorileri de etkili olmuştur. Natüralist yazar, yalnızca bir gözlemcidir, olayları olduğu gibi, doğal ve yalın bir dille anlatır; olumlu ya da olumsuz herhangi bir yorum yapmaz. Therese Raquin’de bu akıma sıkı sıkıya bağlı kalınan noktalar olduğu gibi natüralizmden ayrılan yönler de görülür.

Çocukluğundan beri üvey teyzesi tarafından hastalıklı kuzeni Camille ile birlikte büyütülen ve büyüdüğünde de yine kuzeniyle evlendirilen Therese Raquin, mutsuz bir hayat yaşamaktadır. Ancak bunu kabullenir, kendi hayatının seyrinde bir kukla gibi oynatılmaya alışıktır çünkü. Romanın bu bölümüne kadar çevre faktörünün kişilikler üzerinde nasıl rol oynadığı görülür; Therese’in teyzesi Bayan Raquin’in hastalıklı oğlunun üzerine titremesi, bununla birlikte gayet sağlıklı olan Therese’in de aynı muameleyi görmesi Camille ve Therese’in toplumdan uzak, basık ve ezilmiş bireyler olarak yetişmesine neden olur. Yaşları ilerledikçe bunun böyle devam edeceğini düşünenler küçük ancak önemli bir ayrıntıyı göz ardı etmiş olurlar. Bu da natüralizmin temelinde yatan kalıtım ve soyaçekim unsurlarıdır. ‘’Aynı nedenler aynı koşullar altında aynı sonuçları verir.’’ düşüncesinin etkili olduğu romanda Camille’in, annesi Bayan Raquin tarafından yönlendirilmeye boyun eğmesi şaşırtıcı değildir. Ancak Afrikalı bir kadının çocuğu olan Therese bu duruma daha fazla devam edemeyecek, annesinden aldığı tutkulu ve güçlü kişiliğinin fitili en ufak bir kıvılcımda alevlenecektir.

Romanda Therese’in güçlü dürtülerini harekete geçirecek olan bu kıvılcım Camille’in arkadaşı Laurent karakteriyle karşımıza çıkar. Camille’in tersine, güçlü görünümü ve kaba, hoyrat yapısıyla Laurent, Therese’in ilgisini çeker. Laurent’ın bu sert yönü, Camille’in pasif ve uyuşuk hareketlerinde yakalayamadığı bir şeydir çünkü. Nitekim, hiç de masum olmayan bu ilgi, kısa bir süre içerisinde aldatmaya dönüşür.Bu yasak ilişkinin ardında ne güçlü bir aşk vardır ne de fiziksel bir beğeni. Therese ile Laurent’ı birbirine çeken, ikisinin de tekdüze giden hayatlarında değişikliğe olan açlıkları ve içlerinde alevlenen güçlü dürtüleri tatmin etme isteğidir.

Zamanla gizliden gizliye yürüyen bu yasak ilişkiyi sürdürmek ikisi için de zor hale gelir; ortada engeller vardır ve bunlar kaldırılmalıdır. Bu fikrin akıllarına girmesiyle Therese ve Laurent, ardından gelecekleri düşünmeksizin bencil duygularının peşinden giderler ve tek çözümün en büyük engeli, Camille’i, ortadan kaldırmak olduğu sonucuna varırlar. Therese, bunu dile getirmese de, ustaca seçtiği sinsi sözleriyle bu hain düşünceyi Laurent’ın aklına sokmayı başarır. Nitekim Camille’in acı sonu fazla uzak değildir, özenle hazırlanmış bir plan ve kolayca üstü örtülen bir cinayetle engel ortadan kalkar. Ancak sonrası düşünülmeden işlenmiş bu cinayet, onları yaşamlarının geri kalanında rahat bırakmayacak, bu cinayetle kendi ölüm fermanlarını imzaladıklarını anlamaları uzun sürmeyecektir. Romanın bu bölümüne kadar çevresel faktörlerin –kişinin ontolojik özelliklerinin de baskın etkisiyle- olayları nasıl yönlendirdiği açıkça görülürken, bundan sonraki bölümde bu olayların kişinin psikolojisinde yarattığı etkilerin ve ilişkilerde doğurduğu sonuçların bilimsel bir özenle inceleneceği yeni bir devir başlayacaktır.

Engelin ortadan kalkmasıyla güçlü dürtülerinin pençesinden kurtulup yaptıklarının ayırdına ancak varabilen Therese ve Laurent’ın psikolojilerinde yeni bir seyir başlar. Ortalığın durulduğu, kimsenin onlardan şüphelenmediği bu süreçte rahatlayacaklarını düşünürken Camille’in korkulu hayaletiyle baş başa kalırlar. Ancak bunu vicdan azabı olarak bile adlandıramayacak kadar pişkin ve bencildirler. Her an Camille ile ilgili sanrılar görürler; fakat bunun ardında yatan neden onu öldürmekten duydukları pişmanlık değil, yakalanmamak için kapıldıkları korkudur. Bu kabus gibi geçen günler onları birbirinden uzaklaştırır. Sanki uğruna göğüs gerecekleri zorluklar olmayınca ilişkilerinin heyecanı kaybolur; zaten kapıldıkları korku ve yakalanma endişesi, bir türlü dindiremedikleri güçlü dürtülerinin önüne geçmiştir.

Bu sırada her perşembe Bayan Raquin’in evine gelen aile dostları Michaud, Grivet ve Olivier de evdeki bu durgunluğun farkındadır. Perşembe günlerinde eskisi gibi eğlenmek isteyen Michaud, en iyi yolun Therese’i Laurent ile evlendirmek olduğunu düşünür ve Bayan Raquin’i buna ikna eder. Bayan Raquin de yine kendi çıkarlarını düşünerek bunun eve neşe katacağı ve tanıdık birini oğul gibi benimseyebileceği düşüncesiyle bunu kabul eder. Böylece Laurent ve Therese evlenirler. Tek umutları birlikte Camille’in hayaletinden kurtulmaktır. Ancak ilk gecelerinde bir araya geldikleri anda Camille’in hayaletinin aralarına girdiğini, onlar birbirine yaklaştıkça birbirlerinden daha çok iğrendiklerini hissederler. Artık aralarındaki o güçlü çekim mazide kalmış, birbirlerine tutundukları tutkulu bağ Camille’in kanıyla kirlenmiştir. Bir araya gelmek sanki acılarını daha da arttırmış, işledikleri günahı tüm çirkinliğiyle yüzlerine vurmuştur. Bu şekilde suçlarını kabullenmek istemezler ve her fırsatta birbirlerini suçlayarak hırpalarlar. Birlikte oldukları her anda kendi bencil egolarına yediremedikleri bu suçu birbirlerinin üstüne yıkarak kendilerini üstün kılmaya çalışırlar. Tüm bu süreç içinde psikolojik olarak çok acı çekerler ancak asla yaptıklarından pişman olup vicdan azabı duymazlar. İki katilin hazin sonu daha fazla acı çekmek istemedikleri için birlikte intihar etmeleriyle gerçekleşir.

Therese Raquin romanında Emile Zola, natüralizmin deneysel inceliklerine sıkı sıkıya bağlı kalırken ‘nesnellik’te pek başarı sağlayamamıştır. Romanın anlatımında objektif olduğunu iddia ederken ‘’En yakınımızdakine bile güvenemeyiz.’’, ‘’Kişinin her yaptığı eylemin arkasında kendi bencil isteklerini tatmin etme amacı yatar.’’gibi düşüncelerini romanın her bir satırına öyle ustaca bir itina ile yerleştirmiştir ki tüm bunları gerçeğin yansıması olarak göstermiştir okura. Karakterlerini bencillik kavramı üzerine kurmuş, tüm yaşananları neden-sonuç ilişkisiyle açıklarken her ‘’çünkü’’nün ardına bir çıkar ilişkisi gizlemiştir. Zola, kendisi gerçekçi bulduğu karamsar ve güvensiz bakış açısını Therese Raquin romanının tümüne yansıtmış; hatta bir annenin, söz konusu evladı olduğunda bile kendi çıkarlarını düşünerek bencilce hareket ettiğini söyleyebilecek kadar cüretkar davranmıştır. Toplumdaki çarpık ilişkiler ve burjuva sınıfı ile ilgili eleştirilerini de belirtmekten çekinmemiş, bu tür toplumsal sorunları da romanında ele almıştır.

Natüralizmin öncülerinden kabul edilen Emile Zola, Therese Raquin romanında -hangi dönemde olursa olsun- hiç değişmeyecek olan tutku, vicdan azabı, cinayet gibi kavramları masaya yatırmış, bunlar hakkındaki görüşlerini neden-sonuç ilişkisi içinde açıklamıştır. Romanı yazarken kullandığı yalın fakat kati diliyle okura yaşanan her duyguyu hissettirmeyi başarmış ve ortaya hafızalarda iz bırakacak bir eser çıkarmıştır.

27.04.11

Hayat Zor…

Mart8

Hani diyor ya herkes, “Hayat zor” diye. Köşedeki bakkalın sahibi Ali Amca veresiye yazdıranlardan şikayet ediyor, içli bir of çekiyor. Sonra komşunun aneroksik kızı Zeynep okul kantininden başka yerde yemiyor, annesi dertleniyor. Ünlü avukat Mustafa’nın oğluysa üniversite sınavlarına hazırlanırken babasının baskısından bunalıyor, ders çalışmayı bırakıyor; hem annesi hem babası hem de ondan derece bekleyen dershane müdürü bir of çekiyor bu kez. Ooooff!

Bir de sen varsın tabii, geleceğinin yükünü omuzlarında hissediyorsun. Bomboş bir arazide yolunu kaybetmiş biri gibi… Nereye gideceğini biliyorsun ama nasıl olacağı kafanı karıştırıyor. Herkes farklı bir yol söylüyor, belki de hepsi aynı yönü gösteriyor ama fark edemiyorsun. Zaman çok çabuk geçiyor, güneş batmadan oraya varamayacağından endişe duyuyorsun. Bazen çok vaktin varmışçasına bir umursamazlık kaplıyor içini, bazen de çok geç kalmışçasına bir panik. İşin içinden çıkamıyorsun yani.

Geriye bir tek hayallerini ve umutlarını bir balona doldurup tüm “of”larını içine üflemek ve gökyüzünün derinliklerine salıvermek kalıyor.

Ee hayat zor! Off!

04.03.11

Victoria Dönemi ve Jane Eyre

Şubat13

Jane Eyre

Hatırlarsanız geçen sene dil anlatım dersinde Don Kişot ile ilgili bir tez yazmıştık, bu sene de Charlotte Bronte’nin Jane Eyre romanını okuyarak onun üzerine bir tez yazmamız gerekiyordu. Kitap ilk bakıldığında kalın görünümüyle bir hayli korkutucu. Neredeyse her klasikte olduğu gibi başları çok da sürükleyici değil fikrimce. Ama ilerledikçe  aşk hikayesinin de başlamasıyla vazgeçilmez bir hal alıyor. Şahsen ben okurken kitaba ve karakterlere çok bağlandım, hatta belli yerlerde gözlerim doldu. Kitabı bitirdiğimdeyse çok etkilenmiş, adeta aşka aşık olmuştum.Kesinlikle okunması gereken bir klasik; yalnızca aşk hikayesini değil, aynı zamanda dönemin kültürel ve sosyal yapısını da çok iyi yansıtan bir eser. Ben sözü burada noktalayıp gerisini Jane Eyre tezime bırakayım. Tezimde romanın yazıldığı Victoria dönemi ile bunun romandaki izlerini anlattım.

Eğer okumadan roman içinden hikayenin gidişatıyla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmak istemiyorsanız yedinci paragrafı atlamanızı tavsiye ederim. İyi okumalar!

Not: Alıntıların sayfa numaraları Jane Eyre kitabının Oda Yayınları 2005 baskısına göre belirlenmiştir.

VICTORIA DÖNEMİ VE JANE EYRE

19.yüzyılda İngiltere’de Victoria Dönemi, sanat ve bilim alanındaki gelişmelerle imparatorluğun en parlak dönemi unvanını alırken, öte yandan toplumda sınıf ayrımlarının ve dini baskının en belirgin ve katı şekilde yaşandığı dönem olma özelliğine de sahiptir. I.Victoria’nın kraliçe olarak hüküm sürdüğü bu çağ, sanayi alanında büyük gelişmelerle İngiltere’yi bir numaraya taşırken kendi içinde yaşadığı sorunlarla sosyal anlamda pek çok çelişkiyi de içinde barındırmıştır. O dönemin ünlü yazarlarından Charlotte Bronte’nin yazdığı Jane Eyre romanında Victoria Dönemi’nin bu çelişkileri ve toplumsal düşünce tarzı üzerindeki etkileri açıkça görülebilmektedir.

Victoria Dönemi’nde kilisenin toplum üzerindeki baskısı çok büyüktü. Din, bireysel bir inanç tarzından çok toplumsal bir gereklilik olarak görülüyordu. Bunun yanı sıra ahlak, evlilik, aşk gibi her konuda din adı altında baskı yapılıyordu. Dinin kötüye kullanımı toplumda yaygındı. Kraliçe Victoria’nın katı yönetimi ve tutucu bakış açısının buna etkisi büyüktür. Charlotte Bronte, Jane Eyre’de toplumdaki dini baskıyı, iğnesiz ama gerçekçi bir dille anlatmıştır. Romanın başlarında okul müdürü Bay Brocklehurst’ün küçük Jane’i din adı altında korkutmasına şu satırlarla örnek verilebilir: ‘’Yaramaz bir çocuk kadar üzücü bir şey olamaz… Hele yaramaz bir kız çocuğu. Sen kötü insanların öldükten sonra nereye gittiklerini biliyor musun? –Cehenneme giderler… -Bu çukura düşüp sonsuza kadar yanmak ister misin?… Daha birkaç gün önce beş yaşında bir çocuk gömdüm. Yaramaz bir çocuk olmadığı için ruhu şimdi cennette. Fakat korkarım seni öbür dünyaya çağırdıklarında aynı yere gidemeyeceksin.’’(Bronte, 35) ‘’Bir çocuk için yalancılık sahiden üzücü bir hatadır… O ateş dolu çukurda yalancılara özel bir yer ayrılmıştır.’’(Bronte, 37)

Dinin bu denli baskı unsuru olarak kullanıldığı ve tutuculuğun böylesine yaygın olduğu İngiltere’de bilimde yaşanan gelişmelerle Charles Darwin’in dini ve Tanrı’yı ortadan kaldıran evrim teorisini ortaya atmasıyla insanlar neye inanacağını şaşırmıştı. Bir yanda ülkeyi sarıp sarmalayan ve gittikçe artan tutuculuk, öte yanda dinle ilgili tüm olguları yok sayan evrim teorisi karşısında halk bocalamış, bu da İngiltere’nin parlak yıllarında ironik bir şekilde insanların dine, dahası dini baskıyı oluşturan yönetime olan güveninin sarsılmasına sebebiyet vermiştir.

Victoria Dönemi İngiltere’sine damgasını vuran bir başka toplumsal sorun ise sınıf ayrımıdır. Toplum; soylular, işçiler, köylüler gibi sınıflara ayrılmış durumdaydı. Bunların da ötesinde Victoria Dönemi’ndeki toplum kısaca iki sınıfa ayrılabilir: zenginler ve fakirler. Zenginlik ve fakirlik toplumda uçlarda yaşanıyordu. Bir yanda şatafatlı şatolarda itibarlı zenginler yaşarken diğer yanda sokaklarda fakirler yiyecek ekmek bulamıyordu. Her ne kadar Sanayi Devrimi’yle toplumda ‘işçi’ sınıfı oluşmuş olsa da, bu yalnızca soyluları daha da zenginleştirmişti. Fakirlik toplumda ‘adi’ bir sınıf olarak görülüyor, fakirler aşağılanıyordu. Jane Eyre’de pek çok yerde bu düşüncenin örneğine rastlanır: ‘’Yoksulluk deyince çocuklar çalışkan, temiz, namuslu, beyefendi kişileri düşünmez. Bu sözcük onların aklına döküntü kılıklar, açlık, soğuk, kaba saba davranışlar, adilikler, fenalıklar getirir. Benim için de yoksulluk demek adilik demekti… Yoksulların insana nasıl iyi davranabileceklerini aklım almıyordu.’’(Bronte, 25-26)

19.yüzyıl İngiltere toplumu aristokrasisinde para ve soyluluk, prestij ve rahatlık; yoksulluk ise adilik ve sefalet anlamına geliyordu. Oysaki fakirlerin çoğunluğunu kötü yola düşürüp adiliğe iten, toplumdaki bu hiyerarşi ve zenginlerin üstünlüğüydü. Hayatta kalabilmek için yoksullar, dilenciliğe ve kötü yola başvuruyordu. Charlotte Bronte de romanda bu sınıf ayrımını ve zenginliğin toplumda nasıl önemli bir yere sahip olduğunu, eğitimli olmasına karşın mirası olmayan Jane ve köklü bir aileden gelen zengin Edward Rochester karakterleriyle vurgulamıştır. ‘’Böyle durumlarda(evlilik) konum, servet eşitliği aranır.’’(Bronte, 302)

Victoria Dönemi toplumundaki tek ayrım sınıf ayrımı değildi. Aynı zamanda toplumda erkek üstünlüğü vardı. Kadınlar hiçbir söz hakkına sahip olmamakla birlikte iyi bir eş, ev hanımı ve anne olmakla yükümlüydü. Ancak erkeklerin sözü geçebilir, yalnızca onlar çalışabilir, haklara sahip olabilirdi. Yönetiminde kadın bir hükümdar, bir kraliçe, bulunan bir ülkede bu boyutta bir erkek üstünlüğünün olması ironiktir. Ancak bunun sebebi kraliçe Victoria’nın kadın haklarından zaten bihaber olan bir toplumu yönetirken anti feminist bir düşünce tarzına sahip olmasıdır. Kraliçe Victoria, bir konuşmasında kadın haklarına karşı olduğunu, kadınların kendilerini erkeklerle eşit görmelerinin onları iğrenç yaratıklara dönüştüreceğini ve kadınların bir erkeğin koruması olmadan yaşayamayacağını belirtmiştir. Charlotte Bronte ise bu düşünceye karşıt fikirlerini romanda Jane’in ağzından satırlara dökmüştür: ‘’Hele kadınların çoğunlukla epey sakin olduklarına inanılır. Fakat kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekalarını, becerilerini işletmek için bir eylem alanına ihtiyaç duyarlar. Üzerlerindeki baskı epey ağır, sürdükleri hayat çok durgun olursa acı duyarlar bundan,  zarar görürler. Onlardan daha ayrıcalıklı olan erkeklerdir. <Kadınlar yemek yapıp çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin> demeleri geri kafalılıktır! Bir kadın geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden çoğunu yapmak, öğrenmek isterse onu ayıplamak, alaya almak aptallıktır.’’(Bronte, 125-126)

Ayrıca bu dönemde dini baskının da etkisiyle aşksız evlilikler makbul görülmüştür. Evlilik yalnızca aile kurup soyu devam ettirmek için yapılmalıdır. Aşk dinden uzak, yasak bir duygudur. Romandaki şu sözler bunu açıkça anlatır: ‘’Bir kadının, içinde gizli, yasak bir aşkın alevlenmesine izin vermesi de çılgınlıktır, çünkü böyle bir aşk ortaya çıkmazsa, karşılık görmezse kendisini besleyen kalbi kemirip bitirir; ortaya çıkar da karşılık alırsa insanı vahşi bataklıklara sürükler ki buradan da çıkış yoktur.’’(Bronte, 184) Yazar, ana karakter Jane’in ağzından aşık olmadan evlenmenin bir azap olduğunu şu sözlerle anlatmıştır: ‘’Bana sorarsan, aşk için yaratılmamışsam, evlilik için de uygun değilim demektir. Garip olmaz mı, Diana… İnsana yalnızca işe yarar bir eşya gözüyle bakan bir erkeğe hayat boyunca bağlanmak?’’(Bronte, 470)

Buna karşın Victoria Dönemi’nde özellikle de soylular arasında kadının güzelliği önemli bir yere sahipti. Her ne kadar tutuculuktan ötürü kadınlar kat kat elbiseler giyse de güzellik bir kadının geleceğini belirleyen çok önemli bir faktördü. Çünkü soylu ve zengin erkekler tarafından beğenilip onlarla evlenmek kadınlar için bir servete konmak demekti. Jane Eyre’de Blanche Ingram karakteri buna bir örnektir. Güzel Blanche’ın Bay Rochester’la evlenmek istemesindeki tek amacı Rochester’ın servetine konmaktı. Rochester şu sözleriyle bunu açığa çıkarmıştır: ‘’Servetimin söylenenin üçte biri kadar bile olmadığı hakkında bir dedikodu çıkardım; bu dedikodunun onların(Blanche ve annesi) kulağına varmasını sağladım. Sonra da sonucu görebilmek için evlerine uğradım. O da, annesi de buz gibi soğuk davrandılar bana.’’(Bronte, 291) Jane çoğu zaman kendini güzel bulmadığından Bay Rochester’ın yanına yakıştıramamıştır. Bu kişisel bir şey gibi görünse de aslında dönemin ve güzelliğin toplumda önemli bir yere sahip olmasının bir sonucudur.

Kraliçe Victoria, gerek imparatorluğu zirvesine çıkarmasıyla, gerek aşırı tutuculuğuyla, gerek toplumda güçlendirdiği aristokrasiyle, gerekse anti feminist yönetimiyle 19.yüzyıl İngiltere’sine damgasını vurmuştur. Bu dönemde yaşayan Charlotte Bronte de Jane Eyre romanıyla dönemin derin bir portresini çizerken eşsiz bir aşk hikayesi anlatmakla kalmamış, okuru İngiltere’nin parlak yüzünün derinliklerine götürüp zengin, fakir, kadın, aşk, evlilik, inanç, ön yargı gibi kavramları sorgulayarak ortaya unutulmayacak bir edebi eser çıkarmıştır.

13.02.11

« Eski Yazılaryeni Yazılar »