Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Dilin Modası

Kasım29

Bugünlerde dilin değişken yapısı aklımı meşgul ediyor. Dil öyle bir şey ki, tıpkı bir çağlayan gibi; uzaktan izleyerek hızına yetişmek mümkün değil, ancak akıntıya kapılınca da hangi engellerden geçtiğini, ne büyük bir hızla ilerlediğini, daha da önemlisi zamanla nereden nereye geldiğini fark edemiyor insan. Her geçtiği yerde taşı, toprağı ıslatıyor, bu şekilde değişiyor, evrim geçiriyor; ancak bunlardan pek azı suyun bünyesine, dinamik yapısına tutunup kendine kalıcı bir yer edinebiliyor, geri kalanlar ise çağlayanın coşkun devinimlerinde bir süre can bulup sonra akıntının içinde kayboluyor.

Geçenlerde babamla konuşuyorduk, ‘’Şaka gibisin.’’ Dedim ona. İltifat ediyorum sandı, teşekkür etti bana. İfademdeki kinayeyi anlamamıştı. Bir an kendimi kötü hissettim. Ben de o eleştirdiğim, tırnak içinde söz ettiğim ‘’alaycı gençliğin’’ bir parçası mı oluyordum? Pek çok soru aklımı kurcalamaya başladı. Nereden geliyor bu ‘’Şaka gibi’’, ‘’Şaka mı?’’, ‘’Şaka mısın?’’ ve türevi söylemler? Bunları kullanmak yanlış mı? Doğrusu ‘’yanlış’’ demek dilin sürekli yenilenen yapısına hakaret olur, diye düşünüyorum. Dil sürekli bir değişim içinde; giyim sektöründe olduğu gibi dilin de bir modası var. Bu moda, dile yabancı sözcükler sokmadıkça, dili köreltip yozlaştırmadıkça ve tabii konuşma dilinde sözcükleri çirkin söyleyiş biçimleriyle kirletmedikçe son derece masum bence. Öyle ki moda olan söylemler bir süre herkesin diline dolanıyor, her konuşmada birkaç kez duyar hale geliyorsunuz bunları. Sonra yavaşça kayboluyor, yaygınlıklarını yitiriyorlar. Her ne kadar dilin modası yaş gruplarına göre değişse de genel olarak moda olarak niteleyebileceğiniz söylemler mutlaka vardır. Birkaç sene öncesinde ‘’ezik’’ sözcüğü, özellikle de öğrenciler arasında öyle çok kullanılıyordu ki biri hakkında olumsuz bir yorum yapılacaksa araya mutlaka bir ‘’ezik’’ ekleniyordu. O zamanlar da bir süre bu söze gıcık olduğumu, ancak sonrasında kendim de kullandığımı hatırlıyorum.

Bu moda söylemler bir süre çok ilgi görüyor, sonra unutuluyor dedim ama bazen yüz kişiden doksan dokuzu unutuyor, birinin ağzında yer ediyor bu sözcük, kişinin dağarcığına yerleşiyor. Herkesin kendine özgü söylemleri vardır; kelime dağarcığımızda önemli bir yere sahip, çoğu konuşmamızda kullandığımız ve o sözlerin şahsımıza ait olduğunu ele veren anahtar sözcükler… İşte o sözcüklerin dilinize ne zaman yerleştiğini, nereden geldiğini düşünün. Çoğunlukla bunların bir zamanlar moda olmuş sözcükler olduğunu fark edeceksiniz. Mesela ‘’harbi’’ sözcüğü bundan yıllar önce okulda arkadaşlarımdan öğrendiğim bir sözcüktü, oldukça tutuluyordu o dönemde. Zamanla insanların artık çok fazla ‘’harbi’’ demediğini, ancak benim farkında olmaksızın bu sözcüğü günlük konuşmama yerleştirmiş olduğumu gördüm. Daha da ilginci, ‘’harbi’’ sözcüğü çok önceleri argo sayılıyormuş, ancak yavaş yavaş anlamı evrimleşmiş, günlük dile geçmiş, herkes kullanır olmuş bu ifadeyi. Sonra yaygınlığını yitirmiş ama ben halen pek çok konuşmamda yer veririm bu sözcüğe.

Moda sözcüklerin bir güzel yanı da bazı anlamları tam karşılamaları, yaygınlıklarının getirdiği bir etkiyle söylendikleri tümceye daha vurgulu bir ton katmaları ve bazen anlatılmak istenen bağlama cuk oturmaları. Gerçekten de bazen insan bayağı olmaktan kaçınıp bu söylemleri kullanmazken iletmek istediği anlamı ve vurguyu ifade edecek başka sözcük bulamıyor. Peki dilimizde son derece büyük öneme sahip olan ve sürekli değişip yenilenen bu moda söylemler nereden çıkıyor, ilk kim söylüyor bunları ya da normalde dilde bulunan basit sözcükler nasıl oluyor da bir anda bu kadar değer kazanabiliyor? Medyada, özellikle de beğenilen televizyon dizilerinde sunulan tiplemelerin bu modaya büyük ölçüde yön verdiğinin farkındayım ancak bir tek onlar değil, bunun arkasında başka etkenler de olmalı. Dil modası giyim modası gibi değil; bir kıyafeti ilk giyen mankeni bulmak gibi değil bir söylemi ilk kullanan kişiyi belirlemek. Üstelik sözcüklerin kıyafetler gibi belli bir tasarımcısı da yok; her şey toplumun içinde gelişiyor. Ayşe Ali’ye ‘’Şaka mısın?’’ dedi, o da Veli’ye söyledi ve böylece yayıldı bu söylem, diye bir şey yok, ya da varsa da bu şimdilik hepimiz için bir merak konusu.

Doğrusu bu modanın nereden çıkıp nereye gittiği belli değil ama dili daima bir yenilenme sürecinden geçirdiği kesin. Bu yenilenme, sözcüklere yeni anlamlar kazandırıp onları farklı bağlamlara oturtsa da dili yozlaştırıp özünden koparmadıkça dilin gelişimi için umut vaat ediyor. Bu yüzden bu modaya ayak uydurup uydurmamak size kalmış ancak bu değişimi kınamak eskide sabit kalmaktan farksız fikrimce.

Kurşun Kalemimin Günlüğü

Kasım4

Sevgili Günlük,
Bugünlerde çok yalnızım; içimi dökecek birine ihtiyacım var. Artık eskisi gibi yararlı hissetmiyorum kendimi, masanın bu ücra köşesine tıkıldım, kaldım, yaşlandım sanki. Sevde de hiç eline almıyor beni. Oysa eskiden ne çok severdi tatlı dilimi; benim ağzımdan kelimeleri dökerdi kağıda, yazardı da yazardı. Arada bir de bakımımı yapardı, bu sayede kalemtıraşı da görürdüm. Şimdi iyice kirlendim, pasaklı bir şey oldum, çıktım. Kalemtıraşı da nereye sakladıysa, yok ortalarda. Neyse ki silgi de gelmiyor yanıma, belki de tek iyi yanı bu yalnız olmanın. Ama ne sinir bozucu bir şey silginin yaptığı; ben söylüyorum, o siliyor, bir daha söylüyorum, yine siliyor, dalga geçiyor sanki benimle. Olsun ama gene de, yeter ki Sevde yazsın benimle. Silgi kullanmasın, yanlış yazdı mı, ben karalarım; silgiye hiç gerek yok doğrusu. Ama biliyorum beni neden kullanmadığını, geçenlerde yeni bir kalem aldı; şöyle parlak, gösterişli, bir de uçlu mu ne, yanında da uç kutusu taşıyor. Masanın üstüne bırakıverdi, bir iki laf edeyim dedim, süslü hanfendi hiç oralı olmadı. ‘’Ee daha da yepyeni, gencecik, bir de gösterişli; havasından geçilmez artık’’ dedim, öyle de oldu. Sevde bir süre kullandı, beğenmedi herhalde, bir kalem kutusuna hapsetti onu. Yine beni alacak eline sandım, ama almadı. ‘’Artık yazmıyor mu yoksa?’’ diye düşündüm. Ama değil, Sevde bu, yazmaz olur mu? Bir bilgisayar mı almış, ne? Onu kullanıyor, kaleme falan gerek duymuyor artık. Oturuyor bilgisayarın başına, çatır çatır vuruyor tuşlara. Sesleniyorum ona, duymuyor bile beni. Arada bir müzik açıyor da şenleniyorum. Yoksa bu hayatın geçeceği yok gibi. Neyse yine çok konuştum, günlük. Ama yalnız bırakma beni, bir sen varsın, sen de gitme, olur mu?

04.11.11

Yeri: Edebiyat, Öykü | Kurşun Kalemimin Günlüğü için yorumlar kapalı

Bir Bardak Siyah Çay

Ekim29

Söyle, neden siyah derler sana,
Suya kızıllığını veren sen değilmişçesine?
Ya da neden hep ince belli bardağı giydirirler ruhuna,
Neden layık görmezler seni tombul kadehlerine?

Söyle, beğenmezler mi kara çehreni?
Neden beyazla doldururlar gövdeni?
Her yudumunda çay içip şerbet umarlar,
Her seferinde sende bir kusur ararlar.
Bazen çok demli, bazen çok açık
Halbuki sen hep aynı sen
Tadın buruk, için sıcacık.

Söyle, neden süzgeçten geçirirler seni?
Neden süzerler fikirlerini?
Saf halini beğenmeyip
Metal kaşıklarla karıştırırlar beynini.

Peki söyle, soğuk bedenleri ısıtırken
Kendini tüketmen niye?
Süzgece, şekere muhtaç mısın sen,
Ne gerek var bunca özveriye?
Yoksa kimse söylemedi mi sana,
Soğuk bedenler ısınır da
Soğuk ruhlar ısınmaz, diye?

Sevde Kaldıroğlu

29.10.11

Edebiyat Herkesin Karnını Doyurmaz

Ekim22

Herkesin yaşamı yorumlama tarzı farklıdır kanımca. Kimisi için edebiyattır bu, kimisi için fen. ‘Herkes yaşamı aynı şekilde yorumlamalı’ gibi bir görüş katı, gerçeklikten uzak ve hatta hoşgörüsüz sayılabilir. Nitekim yaşamı yorumlamak diyince hayatın anlamını sorgulamak, insanları tanımak, duygu ve düşünceleri algılamak ve bunların tümüne bağlı olarak yaşama bakış açısını belirlemeyi kastediyorum. Edebiyata gönül vermiş kişiler için edebiyattır bu. Şiirler, romanlar, denemeler; hepsi yazanın yaşamı yorumlama biçimini ifade etmesinden meydana gelir. Okuyan da bu edebi ürünlerden kendi yorumunu çıkarmalı, duygusal ve düşünsel algısını genişletmelidir.

Edebiyatın, edebiyatseverlere kazandıracağı en büyük şey sanatsal zevkin yanı sıra farklı kişiliklere, görüşlere ve duygulara sahip geniş yelpazesiyle bilinmedik karakterleri, duyguları tanıtması ve zihni sorgulayarak empati kurma gücünü geliştirmesidir. Bu anlamda insanın kendini tanıması, özbenliğini kavraması açısından çok etkili bir yoldur edebiyat. Ancak bunun herkes için tek yolu edebiyat değildir, olmamalıdır da. Birine şiirler, romanlar hayatla ilgili çok şey öğretirken diğerine pek bir şey ifade etmeyebilir. Bazıları yaşamı şiirlerle yorumlarken bazıları sayıları kullanabilir. ‘Edebiyattan haz almıyor’ diye insanları yargılamak, onların yaşamla ilgili pek çok şeyden yoksun kaldığını söylemek apaçık farklılıklara kapalı ve yanlış bir tutumdur. Bir yazarın insanları ve yaşamı tanıma biçimi romanları iken, bunun bir ressam için çizimleri, bir müzisyen için müziği ya da bir bilim insanı için deneyleri ve araştırmaları olması kadar doğal bir şey yoktur. Bunlar farklı kişiliklerin ve algıların bir göstergesidir; bu yorumlara karşı –birini diğerinden üstün tutmadan- saygı göstermek uygar toplumun en büyük gereklerindendir.

Bu bağlamda ‘’Edebiyat karın doyurur mu?’’ tartışmasına da bir görüş getirmek mümkündür. Evet, edebiyat karın doyurur, ama her karnı değil; yalnızca edebiyata aç, şiire, romana, denemeye muhtaç olanları.

——————————————————————————————————————-

NOT: Nermi Uygur’un ”Edebiyat Karın Doyurur” denemesine bir eleştiri niteliğinde yazılmıştır.

22.10.11

Dalından Meyve Toplamak

Eylül4

Bir hafta öncesine kadar bu zevki hiç tatmamıştım ben; sadece filmlerde görülür, kitaplarda okunur ya, bende de o misal. Ama bayram boyunca ailemle birlikte yaptığım küçük çaplı Türkiye turu sayesinde yaşadım bu deneyimi. Amasra, Kastamonu, Kapadokya, Eskişehir gibi pek çok yeri içine alan bir geziydi bu; spontane gelişti, plansızca gezildi, görüldü her yer. Zaten zevki de ordaydı.

Nitekim benim gibi yediği tek doğal şey markette ‘organik’ etiketiyle servet değerine satılan meyveler olan, böcekten korkan müşkülpesent bir şehirli kızın bağa, bahçeye gidip çiçek böcek içinde ağaçtan meyve toplaması, üstelik meyveyi kopardığı gibi de ağzına atması olacak şey mi? Ama oldu işte. Hem de iyi ki de oldu! Meğer dalından kopardığın meyvenin tadı ne tatlı oluyormuş; dikeni bata bata topladığın böğürtlenin tadı, üzerine kan kırmızısı suyunu damlata damlata kopardığın dutun lezzeti gibisi yokmuş.

Kastamonu’da Çatalzeytin’in Epçeler Köyü’nde dikenlerin arasından böğürtlen toplamayı öğrendim ben, harmana gidip sepetler dolusu kızılcık ve bir tutam mutlulukla eve dönmeyi. Ya da kıyafetini mahvetmek pahasına dalından avuçlarca  karadut yemeyi, sonra da her seferinde ‘Bu yediklerimin en güzeliydi’ demeyi. Doğallık burdan geliyormuş, bunu anladım ben. Meyve doğal oluyormuş, yeter ki insan doğal olsun!

04.09.11

Kavga

Ağustos13

Gözlerim sustu,
Ellerim konuştu.
Her biri farklı bir yöne
Biri geriye biri öne
Dönüp dururken parmaklarım
Açıldı gözüm, aktı yaşlarım.

Gözlerim kurudu,
Dilim konuştu.
Birbiri üzerine dillenirken düşüncelerim
Kelimeler bitap düştü, yorulmadı dilim
Art arda pek çok cümle
Kuruldu durmadan bilinçsizce
Diller tükendi, nefesler bitti
Cümleler devrik, algılar yitikti.

Dudaklar kapandı, gözler durgundu
Zihinler karmakarışık, ruhlar yorgundu
Bedenlerdeki yegane değişiklik
Kırık duygular ve gelen sessizlik
Durdu oyun, bitti kavga
Sevgiden yoksun, saygıdan uzakta
Herkes, her şey sustu
Oluşan uçurumlar, kopan bağlar
Kaçan mutluluklar, yıpranan duygular
Çaresiz suskunluklar, olası ayrılıklar
Bir daha susmamak üzere
Konuştu.

Sevde Kaldıroğlu

20.07.11

Bir Pembe Düş

Ağustos7

Bir balonun elinden tutup
Uçmak istiyorum gökyüzüne.
Sokağın ortasında yürürken
Yüksek sesle şarkı söylemek istiyorum
Delicesine.

Kalabalık otobüsün birinde,
Cam kenarında otururken sessizce
Öylesine, gülmek istiyorum nedensizce.
Ya da sıcak bir yaz günü
Kavrulurken güneşin sıcağında
Masmavi denize atlamak istiyorum.

Dışarıda görüp güzel bulduğum birine
Gidip ‘Çok güzelsin’ demek istiyorum yüzüne,
Mutlu olsun diye.
Ve markette gördüğüm tonton teyzeyi
Pamuk yanaklarından öpmek istiyorum.

Hayallerle mutlu olmak istiyorum,
Pembe düşlere kapılıp
Beyaz yalanlara kanmak istiyorum.

Sevde Kaldıroğlu

11.07.11

« Eski Yazılaryeni Yazılar »