Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Eğreti

Eylül1

Öykü

‘’Hangisini seçsem?’’ diye mırıldandım kendi kendime, çocukluk fotoğraflarımı incelerken. Kırmızı mantom, kâküllü saçlarım ve rengârenk tokalarımın parladığı bir fotoğraf geçti elime. Yıllar sonra lise yıllığımın sayfalarında bu kareyi gördüğümü düşledim bir an. Küçük kız çocuğunun siyah gözleri o renk cümbüşünün içinde dahi parıldıyor, elinden tuttuğu dedesinin yaşlı bakışlarının bile solduramadığı bu kareye tuhaf bir neşe katıyordu. İstemsizce gülümsedim. Sonra –belki de yine istemsizce– yavaşça yukarı kalktı gözlerim ve önümdeki parlak zemine yansıyan yüzüme baktım. Suratımın sıradan ayrıntılarında o küçük kız çocuğunu ararken buldum kendimi. Yapmacık gülümsedim bu kez; yalnızca çocuksu bir mutlulukla yaşamlar dolusu gülücüğü şu avuç kadar surata sığdırabilen bu kız çocuğu kadar içten gülümsemeyi, hâlen (yapmacık da olsa) becerebiliyor muyum, merak etmiştim. Yansımamı görmeden yanıtı biliyordum; fakat beni yanıltan tek şey sahte gülüşümde bile ortaya çıkabilen gamzelerimdi. Kız çocuğuna baktım, onaylarcasına tombul yanaklarındaki çukurları gösterdi bana. Karşımdaki genç kıza yönelttim bakışlarımı; fotoğrafı elime aldığımdan beri belki de ilk kez hâlen ‘’kendim’’ olduğumu hissettim, bu kez yüzüme yayılan gülümseme hem genç kızın hem de kız çocuğunun içini ısıtmaya yetti.

Kız çocuğunu, farklı yıllara ait diğer tüm kız çocukları gibi kırmızı fotoğraf albümünün sayfalarına terk ettikten sonra ‘’daha güzel’’ fotoğraflar bulmak, belki de o çukur yanaklı gülüşü farklı zeminlerde ve farklı boyutlarda yeniden görmek üzere ayağa kalktım. Yatağımın bazasını kaldırdım, paslanmış demirin sürtünmesiyle çıkan o iç gıcıklayıcı çirkin ses kulağımda çınladı; aynı anda ağır bir küf kokusu sardı etrafımı. Ses ve kokunun birleşimine yüzümü buruşturarak yavaşça eğildim, eski giysi torbalarının arasından pembe albümüme uzandım. ‘’Eski’’sıfatı buraya ne kadar  yakışıyorsa, ‘’pembe’’ sıfatı da bu küflü mahzende o kadar eğreti duruyordu. Tam albümü alıp kendimi geri çekiyorken tıpkı küf gibi bu mahzenin derinliklerine saklanmış, yeşil bir kitap dikkatimi çekti. Kitabın tozlu yüzeyine dokunup dokunmamakta tereddüt ettim, sonra merakıma yenik düşüp bir çırpıda kavradım kapağını. Fakat pembe albümün aksine onu bu tozlu mahzenden çekip çıkarırken bu yaşlı sandığın temel parçalarından birine el koyuyor, ona ait bir şeyleri çalıyor gibi hissettim.

Bazayı kapatıp yatağın üzerine oturduğumda saf bir heyecan kapladı içimi; eskileri yeni keşfetmenin yarattığı basit ama içten bir coşkuydu bu kuşkusuz. Yeşil, tozlu kapağı aralar aralamaz bu gizemli nesnenin heyecanıma değer olduğunu anlamıştım. Bir albümdü bu; eski bir roman ya da öykü değil, eski bir yaşam gizliydi bu ‘‘kitabın’’ sayfalarında. Siyah beyaz fotoğraflarda ilk başta çok uzak görünen, fakat bir şekilde çok tanıdık gelen simaları görmek, çocukluğumdan beri bana hep büyük görünen aile fertlerimin küçüklüklerine bu karelerde tanık olabilmek oldukça tuhaf ve bir o kadar keyif vericiydi. Daha önce birçok kez gördüğüm kareler de vardı aralarında. Nitekim dedemin bir zamanlar anlattığı gibi eskiden sık sık fotoğraf çekilmezdi; ancak bayramda seyranda ailecek toplanılır, fotoğrafçıya gidilirdi. Fotoğraflarda sıklıkla aynı günün farklı pozlarına rastlamam bundan dolayıydı. Anneannemin nişanından babamın sünnet düğününe kadar pek çok fotoğrafı tek tek incelerken, bu donuk karelerde kıvır kıvır saçları, pileli etekleri ve tavşan dişleriyle gülümseyen kız çocuğu seslendi içeriden:

– Yemek hazır!
– Tamam, geliyorum anne!

Bu siyah beyaz anıları tüm ayrıntılarıyla incelemeden onlardan bir saniyeliğine bile ayrılmak istemiyordum. Sanki arkamı döndüğümde gizlendikleri tozlu mahzene geri dönecekler, yaşamımda hiç var olmamışlar gibi ortadan kaybolacaklardı. Ancak daha birkaç dakikaya sığmayacak onlarca sayfa, yüzlerce fotoğraf vardı. Gönülsüzce albümü kapattım, yastığımın üzerine bıraktım usulca. O sırada bir kâğıt düştü albümün arasından; belli ki bu tozlu sayfalara sığamamış, benliğini bu dört köşe arasına sığdıramamış bir kareydi bu. Şapkalı ve takım elbiseli üç genç adam ellerinde bastonlarıyla sıralanmıştı. Yüzlerinde ciddi fakat anlaşılmaz bir ifade vardı. Ne suratları tanıdık geliyordu, ne de fotoğrafa ait en ufak bir ayrıntı. İlk başta üçü de birbirinden farksız görünse de şimdi aralarındaki ayrım yavaş yavaş belirginleşiyordu. Aslında aynı şekilde duran, aynı giyimli bu üç adamın bu denli farklı olmasına şaşırmıştım.

Soldakinin ağzında bir sigara vardı. Diğerlerinin genç yüzlerine karşıt olarak onun suratı daha oturaklı ve daha yaşlıydı. Çıkık elmacık kemikleri yüzünün keskin hatlarını iyice ortaya çıkarıyordu. Diğerlerinin ellerinde eğreti duran baston, onun elinde yerini bulmuştu. Tıpkı ağzındaki sigarası ve sıkı sıkıya kavradığı bastonu gibi üzerindeki her bir ayrıntı onun görmüş geçirmiş havasını hissettiriyordu. Kısa yaşamına sığdırdığı hüzünlü anıları ciddi ifadesinin ardına gizleyemeyeceği kadar belirgindi. Hemen yanında duran genç adam, onun olgun görünümüne karşın, toy ve saf bir duruşa sahipti. Üçünün ortasında durduğundan ilk başta en öne çıkan gibi görünse de dalgın gözleri ne denli deneyimsiz ve saf olduğunu ele veriyordu. Üçünün arasında, süs olarak tuttukları bastonlardan güç almaya belki de en çok ihtiyacı olan bu genç delikanlıydı. En arkada duran üçüncü kişinin ise hepsinden anlaşılmaz bir ifadesi vardı. Bir kaşını kaldırmış, sorgular bir tavır edinmişse de bu ciddi suratı elde etmek için kendini fazla zorladığı anlaşılıyordu. Belki de takım elbisesinin ona vermeye yetmediği olgunluğu bu yapmacık, ciddi ifadesiyle kazanmaya çabalıyor; ancak biraz dikkatle bakınca duruşunun ardına gizlediği masumiyeti açıkça ortaya çıkıyordu.

Üç farklı yaşamın üç zayıf bedende sergilendiği bu kare tuhaf bir şekilde merak uyandırıcıydı. Tıpkı arkalarındaki bulanık manzara gibi üzerlerinde eğreti kalan bu güçlü duruşlarına saklanan yaşamları da belirsiz ve anlaşılmazdı. Saf bir heyecan ve belki de umutla yataktan kalkıp içeri gittim.

– Anne, bunlar kim? Tanıyor musun?

Eline aldı fotoğrafı, tıpkı baktığı karedekiler gibi o da anlaşılmaz bir ifade takındı bir süre. Neden sonra gülümser gibi oldu ve biraz daha baktı siyah beyaz kareye.

– Sen tanımazsın. Çok eskilerden bu fotoğraf.

Çocuksu bir inatla yeniden soracaktım

Kim bu ‘’ciddi’’ adamlar anne?
Neden farklı kişiliklerini bu tek tip kıyafetlere ve yapmacık ifadelere sığdırmaya çalışıyorlar?
Hangi rüzgarlar karşısında ayakta kalacaklar bu bastonlarla, hangi fırtınalara meydan okuyacaklar ‘’sağlam’’ duruşlarıyla?
Neden susuyorsun? Cevap versene anne!

ki bakışlarıyla buluştu gözlerim. Soldaki adamın yaşlı, yorgun bakışlarını görür gibi oldum yüzünde. Tavşan dişli küçük kız çocuğunun nasıl bu yorgun yüze dönüşebildiğini düşündüm. Neden sonra çukur yanaklı kız çocuğu geldi aklıma ve ansızın boğazıma sarılan nefesimi tüm soru işaretlerimle birlikte yutkundum. 

1 Temmuz – Eylül 2012 

Fotoğraf: August Sander, ‘’Young Farmers’’, 1914

2 Yorum

“Eğreti”

  1. Eylül 2nd, 2012 - 00:41 TEYZOŞŞŞ Diyor ki:

    Vee cok guzel yine… alip goturen, hissetiren oykunle muhtesemsin yine cumlelerinde… sevgimle ve olmak istedigim yolu senin cok hizli almis olmanın onuruyla onunde saygıyla egiliyorum… ve birgun seni “best sellers ” listesiden onurla okuyacagim…

  2. Eylül 2nd, 2012 - 00:52 Sevde Diyor ki:

    Teyzoşum önümde eğilmek ne demek, ben senin önünde saygıyla eğiliyorum, utandırıyorsun beni 🙂 Çok teşekkür ediyorum değerli sözlerin için, asıl benim için bir onur senden bunları duyabilmek…