Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Düşünülesi Birkaç Soru

Ocak7

Doğal afetlere neden çoğunlukla kadın ismi konur? Katrina Kasırgası, Sandy Fırtınası ve Victoria Tayfunu bunlardan yalnızca birkaçı. Merak etmeyin, bu sorudan yola çıkıp konuyu feminizme bağlayacak değilim. Öyle ‘’Cinsiyet ayrımı bu!’’ diye celallenip ‘’kadın hakları’’ nutuklarına da başlamayacağım: zira kulaktan dolma bilgilere ve önemsiz ayrıntılara anlamlar yükleyerek; bir de orda burda, Twitter’da, Facebook’ta kadın-erkek eşitliğinden çok kadının mükemmelliğini, erkeğin ‘’öküzlüğünü’’ vurgulayan iletiler yazarak ne feminist olunacağını ne de kadın hakları yolunda bir gıdım ilerlenebileceğini düşünmüyorum.

Nitekim konumuza dönersek; ABD’deki Ulusal Okyanussal ve Atmosferik (Olaylar) İdaresi’ne (NOAA) göre yüzyıllardır fırtınalara azizlerin ismi veriliyormuş, ancak kadın ismi verme geleneği tam anlamıyla 1953 yılında başlamış ve gelen tepkiler sonucu 1978 yılında bu geleneğe erkek isimleri de dahil edilmiş.[1] Günümüzde ise Dünya Meteoroloji Örgütü isimlendirme işlemi için her harften kadın-erkek isimlerinin bir arada bulunduğu altı tane liste kullanıyor.[2] Dolayısıyla, çok fazla adını duymadığımız ancak 2012’de Atlantik Okyanusu’nda yaşanan Tony Fırtınası ve Michael Kasırgası gibi örnekler de göz önüne alınırsa en azından son 34 yıl için başta belirttiğim sorunun geçerli olduğunu söylemek pek de olanaklı değil.

Yine de 1953 ile 1978 yılları arasındaki süreci temel alırsak belki somut verileri bir kenara bırakıp neden bu dönem boyunca doğal afetlere yalnızca kadın isimlerinin verildiği üzerine kafa yorabiliriz. Bu soruyu, başta alakasız görünen ancak ilintili olduğunu düşündüğüm başka bir soruya bağlamak istiyorum: Neden şairlerimiz genellikle erkek? Bunu diğerinden çok daha uzun bir zamandır düşündüğümü söylemeliyim. Yüzyıllardır süregelen Türk kültürünü göz önüne alırsak çoğunlukla ‘’duygunun’’ kadına, ‘’mantığın’’ ise erkeğe yakıştırıldığı kanısına varabiliriz. Kadın ağlar, güler, sever; üzüntüsünü de sevincini de kaprisini de bağıra bağıra anlatır. Oysaki erkek güçlüdür, ketumdur; duygularını belli etmez, ağlamaz o, çok da gülmez, çünkü erkektir o, ‘’adam’’dır. Ataerkil toplum yapısına bir de bu gözle bakmak gerek sanırım; yalnızca kadını geriye atan değil, erkeği güç simgesi haline getirerek onun duygu dünyasını bastıran, yok sayan bir kültür. Erkek de aşkını, sevgisini, acısını bir tek kağıda yansıtabilmiş belki de; kalemine anlatmış toplumun ‘’zayıflık’’ olarak nitelediği duygularını. İşte belki de bu yüzden kadının dili, erkeğin ise kalemi konuşmuş yüzyıllardır. Tabii buna karşıt bir sav olarak da geçmişten bu yana sözü pek geçmeyen kadına susmanın öğretildiği de savunulabilir; öyleyse kadın neden kalemine sarılmamış, o da ayrı bir tartışma konusu.

Erkek şairlerin çoğunlukta olmasının doğal afetlere kadın ismi verilmesiyle ilgisi ise şöyle kanımca: Bugüne dek okuduğum ve teması bir şekilde aşk ile ilintili olan şiirlerin neredeyse tümünde hep bir erkeğin bir kadına seslenişi vardı. Şiirlerde terk edilen ya da hiçbir zaman sevdiğine kavuşamamış olan erkek, aşık olduğu kadını büyüleyici güzellikte, gizemli ve ulaşılmaz bir varlık gibi tanıtır; onu öylesine yüceltir ki kadın sıradan bir birey olmaktan çıkar ve tanrıçalaşır. Bazen ismi vardır bu kadının, Attila İlhan’ın şiirlerindeki Belma Sebil olur, Inge Bruckhart[3] olur mesela; bazense adı sanı yoktur, yalnızca ‘’sevgili’’dir. Ancak aşk acısıyla yakıp yıkar şairin yüreğini; kadının varlığı nasıldır bilinmez ama yokluğu güçlüdür, yerle bir eder erkeğin dünyasını ve ardına bakmadan ansızın çekip gider kadın. İşte felaketlere niçin kadın ismi verildiğini düşünürken bunlar geçti zihnimden; öylesine güçlü, yaşamları alt üst eden kasırgaları isimlendirirken belki de ilk olarak şiirlerde tanrıçalaştırılan kadın gelmiştir akla. Erkeklerin yüreklerini yakan nice Katrina’lar, Sandy’ler, Victoria’lar vardır, kim bilir…

Sevde Kaldıroğlu

06.01.13


[3] Bkz. Attila İlhan’ın ‘’Ben Sana Mecburum’’ adlı şiir kitabı

Comments are closed.