Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Rol

Temmuz22

Öykü

Kapı gıcırtısıyla ürperdim. Bir ışık yandı arkamda, başımı çevirmemiştim; televizyonun siyah ekranındaki yansımadan anladım geldiğini. Tedirgin adımlar çalındı kulağıma ve durdu. Arkam dönük bir halde koltuğun köşesine büzülmüşken birkaç metre geriden gelen şaşkın nefesini hissettim.

Şaşkındı nefesi; kesik kesikti. Belki biraz umut vardı içinde, belki biraz beklenti. Bir süre o nefes aldı, verdi; kalp atışlarım hızlandı. Nerdeyse her gün yinelenen bu sahnede neden her seferinde aynı tepkiyi verdiğimi bilmiyordum. Rolümü ezberlemiştim. Hoş, zor da değildi; repliklerim yoktu zira. Oyun boyunca susuyordum ve o da sessiz nefesiyle eşlik ediyordu bana.

Sahne uzamıştı. Yeni bir adım sesi duyacağım sandım ama bu mükemmel sessizliği bozacak tek bir devinim bile yoktu. Terlediğimi hissettim, nefes almaktan bile korkar bir halde koltuğa mıhlanmıştım. Birkaç saniye sonra bir kıpırtı duydum ve ardından merdivenin eskimiş tahta basamaklarından bir gıcırtı yükseldi. Sahne sonlanmıştı; yine aynı mükemmel sessizlikte oynanmıştı. Tuttuğum nefesimi bıkkınlıkla dışarı verdim. ‘’Korkma’’ dedim imalı bir tonla, kendi kendime söylenirken. ‘’Rolünü kusursuzca oynadın ve yine tek bir replik söylemeden perde kapandı’’. Halbuki ne replikler hazırlamıştım o, eve gelince söylerim diye. ‘’Nerdeydin?’’ diyecektim ya da sorgusuz sualsiz önünü kesip bütün gece onu beklediğimi söyleyecektim. Söylemedim, demedim, sustum. Neden söylemedim, neden demedim, neden sustum? Bu kez iç sesim de sustu, verecek yanıtı yoktu çünkü. ‘’Geç kaldık, geç kaldım.’’ diye telkin ettim kendimi. Faydasızdı. Sonra anlık bir hisle –garip bir hiddetle– ayağa kalktım. Düşünmeksizin merdivenlere attım kendimi. ‘’Düşünme’’ dedim. Sonra yineledim: ‘’Düşünme’’. Kapının kulbunu hızla çevirdim. Aynı anda perde açıldı; sahne başlamıştı yine, bu kez farklı olacaktı.

Bir çift göz şaşkınlıkla baktı bana, tıpkı nefesi gibi gözleri de şaşkın ve beklentiliydi. Repliğimi unuttuğumu sandı, sahneyi doldurmak için gereksiz bir şeyler söyleyecek oldu. Parmağımla ‘’sus’’ işareti yaptım ona. ‘’Belleğimi o koltukta bıraktım.’’ dedim. ‘’Yalnızca yüreğim var yanımda’’. Yine şaşkın nefesini duyumsadım, bu kez rüzgar gibi çarptı yüzüme. Sımsıkı sarıldı bana. Sırtımda parmaklarının sıcaklığını hissettim. Alkış seslerini duyabiliyordum.

Perde kapandı. Yaşam başladı.

 

Haziran 2012

Yeri: Edebiyat, Öykü | Rol için yorumlar kapalı

Bu ay ne okusak? Haziran ’12

Haziran21

”Sözcükler” Dergisi 37.Sayı – Mayıs – Haziran 2012:

  • Şadan Karadeniz/”Çevirmenin Rol Uzaklığı”
  • Ayça Erkol/”Sevgi”: Son derece yalın ve içten olan bu öykü, yalnızca birkaç sayfada karakterlerini günlük yaşamlarımızdaki simalara dönüştürüyor; son tümcesinden sonra dahi bizi onların geçmişleri ve gelecekleri üzerine kurduğumuz düşüncelerle baş başa bırakıyor.

”NOTOS” Dergisi 34.Sayı – Haziran – Temmuz 2012:

  • Duygu Bayar Ekren/”Kurşunkalem Aşkına!”: Kurşunkalem açmayı bir sanata dönüştüren yaratıcı bir kişilikten söz ediyor bu yazı. İlginizi çekerse bu haberi okuyup ”Artisanal Pencil Sharpening” sitesini ziyaret etmenizi tavsiye ederim.

  • Notos’ta her ay olduğu gibi bu ay da ”Bu fotoğrafın öyküsünü yazar mısınız?” başlıklı bir öykü yarışması var. Ancak dergide de belirtildiği gibi bu, ”diğer öykücülerle değil, her genç yazarın kendiyle yarışması”. Bu sayıda August Sander’ın 1914’te çektiği bir fotoğraf yer alıyor. Fotoğrafın öyküsünü yazıp Notos’a yolladıktan sonra öykünüz seçilirse derginin bir sonraki sayısında yayımlanıyor. Siz de katılmak isterseniz Notos’un bu ayki sayısını alabilirsiniz.

——————-

Bu ay dergiler dışında fazla kitap okuyamadım ama bu yaz -ödevlerim ve projelerim için de gerekli olduğundan- on beş kadar kitap okuyacağım, okuduktan sonra da görüşlerimi burada paylaşacağım. İşte okuyacağım kitaplardan bazıları:

  • Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı)/Jane Austen
  • Little Women (Küçük Kadınlar)/Louisa May Alcott
  • Sessiz Ev/Orhan Pamuk
  • The White Tiger/Aravind Adiga
  • Othello/William Shakespeare
  • Chronicle of a Death Foretold (Kırmızı Pazartesi)/Gabriel Garcia Marquez
  • Waiting for the Barbarians (Barbarları Beklerken)/J.M.Coetzee
  • Karalama Defteri-Ararken/Nurullah Ataç
  • La Delicatesse/David Foenkinos

Umarım bu kitapları ve daha okumam/yapmam gereken pek çok şeyi şu kısacık üç ayın içerisine sığdırabilirim!

Hepinize iyi okumalar ve iyi tatiller dilerim!

21.06.12

Gri-Kırmızı Kaldırım Taşları

Haziran6

Öykü

Korkunç bir gök gürlemesinin ardından adımlarımı sıklaştırdım. Hızlanan yağmurdan korumak istercesine telaşla elimdeki gazeteyi çantama tıkıştırdım. Kırmızı, eski püskü, 75 O nolu otobüs sokağın kenarından caddeye çıktı. Bu kez yağmur damlalarına uyum sağlayıp ben de tüm gücümle koşmaya başladım. Durağa varmak üzereydim. Ne var ki otobüs durmadı; caddenin sol şeridinden hızla yol almaya devam etti. Sinir bozukluğuyla karışık bir sitemle kendi kendime söylenirken bir çift topuk sesi duydum. Genç bir kız elinde kocaman bir bavulla otobüsün ardından koşuyordu. Ne bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ne de hızla uzaklaşan otobüs onu durdurmaya yetmedi. Ben daha fazla ıslanmamak adına otobüs durağının içine girerken kız, gittikçe yavaşlayan adımlarla biraz daha koştu. Neden sonra otobüsün ileride köşeyi döndüğünü görünce durdu, birkaç saniye bakakaldı kırık umutlarının ardından, sonra arkasını dönüp durağa baktı. İlk defa o zaman gözlerini gördüm. Yüzünü ıslatanın yalnızca yağmur olmadığı, gözlerini çevreleyen kırmızı halkalardan anlaşılıyordu; ağlamıştı, hem de boş kaprislerden, çocukça şımarıklıklardan uzak bir ağlamaydı bu. Beyaz, saf yüzünden süzülen fazlasıyla olgun ve  yaşlı gözyaşları minyon tipli, ince cüssesinin kaldıramayacağı kadar ağırdı. Birkaç saniyelik sözsüz iletişimimizden sonra utanmışçasına gözlerini kaçırdı. Hiçbir şey söylemedi, yapmadı da, yalnızca birkaç metre ötemde elinde sımsıkı tuttuğu ağır bavuluyla ıslanarak dikilmeye devam etti; ama her nedense duygusal, ağır bir yükün altında ezildiğini fark ettiğimi anladığı hissine kapıldım. Utanmıştı, belki de zayıflık olarak gördüğü gözyaşlarını, elleriyle sildi; ancak ne gözlerini çevreleyen kırmızı halkaları ne de kaşlarının arasında, gerginlikten oluşan keskin çizgileri silemedi. Neden sonra pes edercesine ani bir kararla –ya da bana öyle geldi– durağın içine girdi, en uzağımdaki köşeye büzülüverdi. Bir an, etrafı incelercesine onun tarafına çevirdim gözlerimi ve bir çift siyah bakışla karşılaşınca irkildim. Az önceki ‘’zayıflığını’’ örtmek istercesine siyah gözlerine yapmacık bir sertlik kondurmuştu; gergin, korumacı bakışları narin, beyaz yüzüne yakışmayacak kadar karaydı. Bu kez gözlerini kaçıran ben oldum; ama utanmaktan değil, bu siyah-beyaz oyun canımı sıkmıştı yalnızca.

Ne kadar olduğunu kestiremediğim, fakat bana çok uzun gelen bir süre boyunca sessizce kaldırımın gri-kırmızı taşlarını inceledim. Ancak sadece gözlerimle yaptım bu eylemi; çünkü aklım, ruhum ve bilincim bir metre ötemde sessizce ağlayan genç kızdaydı. Nedenini soramazdım ona; ne de olsa sert, siyah bakışlarıyla da belirttiği gibi ben tanımadığı, yabancı bir adamdım ve hiçbir eylemde bulunmaksızın ben de her yabancı adam gibi ‘’güvenilmez’’ sıfatına layıktım.

Yağmur dinmişti ama onun gözlerinin yağmuru dinmedi. Yüzüne bakmaya cesaret edememiştim, ama iç çekiş sesinden anlıyordum ağladığını ve düzensiz aralıklarla alıp verdiği nefeslerinden. Bir de duyamadığım sesi vardı: Kim bilir kimlere küfrediyordu içinden ya da hangi duayı mırıldanıyordu ümitsizce? Nerden gelip nereye gidiyordu? Bu gencecik yaşında hangi yaşamın uzatmalarını oynuyor, hangi savaşın gerçeklerinden kaçıyordu? Bunların hiçbiri yanıt bulamayacaktı, biliyordum. Görsel ya da işitsel hiçbir iletişim olmayacaktı aramızda, yalnızca beynimizin çeperleri arasına sıkışan sözsüz yorumlar yapacaktık birbirimiz hakkında: nasıl göründüğümüze dayanan, ön yargı kokan basit yorumlar.

Yağmurun ardından çıkan güneşten güç alarak gözlerimi yerden kaldırmadan hafifçe sağıma baktım. O da benim oturduğum metal sıranın diğer ucuna oturmuştu. Gözlerimi yüzüne yükseltmeden geri çektim bakışlarımı; fakat bu sırada metal sıranın üzerinde parlayan başka bir metal gözüme çarptı. Genç kız sol eliyle oturduğu sırayı kavramıştı, adeta ondan güç alıyordu. Ama dikkatimi çeken bu değildi; sırayı kavrayan elinin yüzük parmağını sarmalayan metal halkaydı. Genç kız üzerine yürüttüğüm düşüncelerim, yüzüğün parlak yüzeyinden yansıyarak tüm sahteliğiyle yüzüme vurmuştu. Yanlış düşünmüştüm; genç kız değildi o, bir kadındı, evli bir kadındı.

Bir anda soğumuş, bir metre ötemden binlerce kilometre uzaklaşmıştım. Ruhsal kaçışımı fark etmem uzun sürmedi, öfkelendim kendime. Onu gördüğüm ilk anda acısını duyumsamam, duygusal yükünü hissetmem bekar bir genç kız olduğu varsayımına dayanan olası bir çıkar ilişkisinin ön ürünü olacak kadar basit ve adi miydi? Ne zaman bu kadar sığ, bu kadar çıkarcı olmuştum?

Kendimi cezalandırmak istercesine hiddetle ayağa kalktım. Aynı anda genç kız –ya da evli kadın mı demeliyim?– bavulunu tuttuğu gibi ayağa fırladı. Neden olduğunu anlayamadığım bu hareketi içimde birkaç umut kıvılcımı yakarken durağa yaklaşmakta olan kırmızı otobüsü fark ettim. Kadının bakışlarını ilk defa tam anlamıyla üzerimde hissettim ve bu kez hiç çekinmeden yüzüne baktım. Ağlamıyordu; bu kez bir saatten daha az bir süre önce zayıf ve çocuksu görünen hatları daha güçlü ve daha kadınsı duruyordu. Yüzünde ne siyah bir bakış ne de umutsuz bir ifade vardı. Suratında ince bir beklenti sezdim –ya da sezmek istedim. Sonra göz ucuyla sol eline baktım ve o metal halkayı çıkarıp yerdeki yağmur gölcüğüne fırlattığını hayal ettim. Sonra bunu hayal etmemiş olmayı diledim. O ise bunlardan habersiz, lütfettiği bakışını üzerimden çekti ve koşar adımlarla uzaklaşarak otobüse bindi. Durağın metal sırasına tekrar oturdum, metalin buz gibi soğuğu içime işledi. Kaldırımın gri-kırmızı taşlarına baktım, genç kızın yüzü geldi gözümün önüne. Bu hayali, yoldaki yağmur gölcüğüne fırlatıp sessiz adımlarla uzaklaştım.

02.05.12

Boyun Eğiş ve Başkaldırı

Mayıs26

Aynı harfler, aynı sözcükler ve aynı tümcelerden iki farklı öykü

BOYUN EĞİŞ

‘’Hayır’’. Gururumun son parçalarını yerden toplarken beş kara harf tükürürcesine fırladı dudaklarımın arasından. Ya da ben öyle sandım. İstemsizdi. Savunmaya çalışmamıştım kendimi. Bilmediğim yerden sormuştu ve hiçbir yanıt verememiştim. Beklenmedikti ama beklenti doluydu. Mavi bir ürperti dalga dalga vurdu bedenime. Gözlerini pembe düşlerinden heykelin renksiz dudaklarına çevirmişti. ‘’Aslında pembeyi hiç sevmedim ben.’’ dedim. Zihnimde sözlerimi giyindirip kuşandırmaya çalıştım, olmadı. Neden sonra kupkuru birkaç nefes harcadım: ‘’Asla pembe panjurlu bir ev hayal etmedim ben ya da pembe düşlerim olmadı.’’ Yalan; hiçbir şey demedim aslında, yalnızca demek istedim. Ve sonra bir avuç söz kırıntısı serptim yüreğine: ‘’En azından deniyorum.’’  Tiz bir sesle fısıldadım: ‘’Başaramasam da…’’. Hiçbir ses yoktu. Sanki sonsuzdan gelip sonsuza giden bir sessizlik hakimdi. Sanki pembe yanaklı gençle beyazlar içindeki kız, ölüm evine giriyordu. Pembe rujlar, pembe allıklar, pembe düşler: Hepsi sahteydi işte. Renksiz bir heykeli beyaz bir kumaşla donatmışlardı sadece; sonra da sıraya girip üzerine birkaç tebessüm ve bir tomar beklenti takmışlardı. Ne kadar da kızıyordum onlara! Şu masaya oturana dek hiç kimse hiçbir şey sormamıştı bana; şimdi ise yaşamımın sorusuyla karşı karşıyaydım. Öfkemi haykırmak istedim. Zihnimin dört duvarına hapsoldu harfler. Aslında kimse duymadı, ben de söylemedim. Gurur taşlarımı döktüm beyaz eteklerimden; ‘’Evet’’ dedim.

BAŞKALDIRI

Gurur taşlarımı döktüm beyaz eteklerimden; ‘’Evet’’ dedim. Aslında kimse duymadı, ben de söylemedim. Zihnimin dört duvarına hapsoldu harfler. Öfkemi haykırmak istedim. Şu masaya oturana dek hiç kimse hiçbir şey sormamıştı bana; şimdi ise yaşamımın sorusuyla karşı karşıyaydım. Ne kadar da kızıyordum onlara! Renksiz bir heykeli beyaz bir kumaşla donatmışlardı sadece; sonra da sıraya girip üzerine birkaç tebessüm ve bir tomar beklenti takmışlardı. Pembe rujlar, pembe allıklar, pembe düşler: Hepsi sahteydi işte. Sanki pembe yanaklı gençle beyazlar içindeki kız, ölüm evine giriyordu. Sanki sonsuzdan gelip sonsuza giden bir sessizlik hakimdi. Hiçbir ses yoktu. Tiz bir sesle fısıldadım: ‘’Başaramasam da…’’. Ve sonra bir avuç söz kırıntısı serptim yüreğine: ‘’En azından deniyorum.’’ Yalan; hiçbir şey demedim aslında, yalnızca demek istedim. Neden sonra kupkuru birkaç nefes harcadım: ‘’Asla pembe panjurlu bir ev hayal etmedim ben ya da pembe düşlerim olmadı.’’ Zihnimde sözlerimi giyindirip kuşandırmaya çalıştım, olmadı. ‘’Aslında pembeyi hiç sevmedim ben.’’ dedim. Gözlerini pembe düşlerinden heykelin renksiz dudaklarına çevirmişti. Mavi bir ürperti dalga dalga vurdu bedenime. Beklenmedikti ama beklenti doluydu. Bilmediğim yerden sormuştu ve hiçbir yanıt verememiştim. Savunmaya çalışmamıştım kendimi. İstemsizdi. Ya da ben öyle sandım. Gururumun son parçalarını yerden toplarken beş kara harf tükürürcesine fırladı dudaklarımın arasından. ‘’Hayır’’.

Sevde Kaldıroğlu

20.04.12

Yeri: Edebiyat, Öykü | Boyun Eğiş ve Başkaldırı için yorumlar kapalı

Çok Satanlar ve Başyapıtlar Üzerine

Mayıs15

Son zamanlarda benimsenmiş bir yanılgıdan oldukça rahatsızım. Kitapçıların ‘’çok satanlar’’ bölümünü süsleyen eserler öyle çok olumsuz eleştiriye maruz kalıyor ki yapıtların yazınsal değerlerinin yanı sıra onları okuyan modern okur da ‘’seçkin’’ yazarlar, eleştirmenler ve ‘’bilinçli’’ okurlar tarafından sığ olmakla suçlanıp yerden yere vuruluyor. Bu yergilere dayanak olarak da –Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ * yazısında yaptığı gibi– gelmiş geçmiş en iyi eserlerden kabul edilen, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i gibi başyapıtlarla yapılan karşılaştırmalar öne sürülüyor.

Bu noktada herhangi bir eleştiri yapmadan önce bu çok satan yapıtların neden çok sattığını incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Nedenleri arasında belirli bir yazarın medya tarafından sürekli öne çıkarılması; röportajlarda, söyleşilerde emeğinin ötesinde bir ayrıcalıkla sık sık yer alması olabilir. Ancak ‘’seçkin’’ edebiyatçılarımızın göz ardı ettiği unsur, yapıtların yalnızca medyanın pohpohlamasıyla yüz binlerce okur tarafından beğenilip zirveye tırmanamayacağı gerçeğidir. Çok satan –diğer deyişle gözde– yapıt yazınsal dil bakımından ‘’Suç ve Ceza’’ ile pekala yarışamayabilir, hatta seçkin bir edebi dile bile sahip olmayabilir. Ancak ”her yazınsal yaratının işlevi insanı, insana anlatmaktır’’ ** diyorsak bu gözde yapıtların da bir şekilde insanı farklı yönleriyle okura anlattığını; yazarın, yarattığı fantastik ya da gerçekçi ama özgün karakterleriyle okur arasında bir bağ kurmayı başardığını kabul etmek gerekir. Çok satan fantastik romanların okurun düş gücünü beslediği ve gerçekdışı öğeler aracılığıyla gerçek olan insani özellikleri sorgulatarak ‘’insanı, insana anlatma’’ işlevini yerine getirdiği söylenebilir. Öte yandan çok satanlar arasında günlük yaşamın içinden olan ve pek çoğunca ‘’hafif ve edebilikten uzak’’ olmakla suçlanan yapıtların, okuru, günlük hayattaki tuhaf, gülünç ve sıradan eylemlerini fark etmeye, bunları sorgulamaya yönelttiği ve bu sıradan ayrıntılarda gizli olan modern insanın tuhaflıklarına yalın ve içten bir anlatımla dikkat çektiği yadsınmamalıdır. Nitekim bu denli büyük bir okur kitlesinin beğenisini kazanmak –bu kitleyi ‘’sığ ve bilinçsiz’’ olarak da görebilirsiniz tabii– her yiğidin harcı olmasa gerek!

Çok satan yapıtların ardındaki unsurlara kabaca değinmiş olarak ‘’Neden bu yapıtlar çok satıyor?’’ sorusunda ufak bir değişiklik yapıp ‘’Neden yalnızca bu yapıtlar çok satıyor?’’ konusuna geçebiliriz sanırım. Çok satan romanların edebi değerine yönelik gözü kapalı yapılan taşlamalara ne kadar karşıysam, yazınsal olarak yalnızca çok satan romanlardan beslenen okur kitlesine de o kadar karşıyım. Çok satan romanları hiç kaçırmadan takip eden pek çok okurun Dostoyevski’den, Tolstoy’dan, Bronte kardeşlerden, Shakespeare’den ya da bunlar gibi yazarların başyapıtlarından neredeyse hiçbirini okumamış olması ironik olduğu kadar –ne yazık ki– gerçek de. Ancak bu noktada suç, tek başına okurun değil. ‘’Klasikler’’ olarak adlandırdığımız bu başyapıtlar çok satan romanlara gösterilen ilginin onda birini görse toplumsal olarak yazınsal kültürümüzün önemli ölçüde yükseleceğine inanıyorum. Bunun da ötesinde klasiklerle ilgili düşülen önemli bir yanılgı olduğu görüşündeyim. Klasiklerle ilk olarak yaşamınızın hangi evresinde karşılaştığınızı anımsayın. Bu noktada benim aklıma ilkokul ikinci sınıfta kitaplık kolu olduğum zamanlar geliyor. Sınıfımızın kitaplığında klasiklerin kısaltılmış basımları bulunurdu; biz de her hafta bir klasik alır, okurduk. Charles Dickens’ın Oliver Twist’ini, Victor Hugo’nun Sefiller’ini o yaşta okumuştum. Ayrıca ‘çocuklar için klasikler’ niteliğinde bir dizi kitap alıp bitirmiştim. Peki ne işe yaradı? Okumayı henüz söktüğüm o yaşlarda bu başyapıtlardan hiçbir şey anlamadığım gibi ‘’klasik’’ sözcüğünü ‘’sıkıcı’’ sözcüğüyle eş anlamlı sanıp o yaşta okuduğum klasiklerden tekini bile bir daha elime almadım. Nitekim henüz benliğinin farkında olmayan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğa, klasikleri okumanın katacağı pek bir şey olmadığını ancak şimdi anlıyorum. Üzücü olan şu ki benim gibi pek çok kişi klasikleri o kadar küçük yaşta değil de 14-15 yaşlarında okumaya başlasa hem bu başyapıtlar ‘’sıkıcı ve anlaşılmaz’’ olarak nitelenmekten çıkıp hak ettikleri değere kavuşacak hem de belki de pek çok okurun baş ucu kitabı olarak çok satan romanların yerini alabilecek. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı ‘’100 Temel Eser’’ adı altında ilkokul çocuklarını kısaltılmış klasikleri okumaya teşvik etmeye, öğretmenler de bunları ödev olarak okutmaya devam ettikçe başyapıtlar ‘’sıkıcı’’ damgasından kurtulup asla ilkokul sıralarının ötesine geçemeyecek. Nitekim çok satan romanlar kitapçıların girişlerini süslerken başyapıtlar arka raflarda tozlanmaya devam edecek.

* Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısı Sözcükler dergisinin 36.sayısında yer almıştır.

** Bu tümce, Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısından alıntıdır.

 

14.04.12

Yeri: Deneme, Edebiyat | Çok Satanlar ve Başyapıtlar Üzerine için yorumlar kapalı

Kültürler Arası Etkileşimde Edebiyatın Rolü

Mayıs2

Doğuş Üniversitesi IV.Liseler Arası Edebiyat Yarışması
”Kültürlerin Buluşması ve Edebiyat” konulu deneme dalında birincilik ödülü

‘’Kültürler arası etkileşim’’ günümüzün gözde kavramları arasında yer alıyor. Farklı kültürlerin bireyleri gerek teknolojinin sunduğu olanaklarla kitle iletişim araçlarını kullanarak gerekse bizzat gezip görerek birbirleriyle tanışıyor ve etkileşiyorlar. Böylece kültür alışverişi yoluyla birbirlerinin toplumlarına çeşitli ‘yeni’ değerler kazandırıyorlar. Sonuç olarak birbirinden etkilenen kültürler pek çok farklı kültüre ait öğeleri bünyesine katıyor. Ancak her ne kadar bu kültürel etkileşim başta internet olmak üzere çoğunlukla teknolojik gelişmelere mâl edilse de belki de daha sessiz, daha yavaş fakat uzun vadede daha etkili ve kalıcı bir etken olan edebiyatın rolü çoğu zaman göz ardı ediliyor. Dil, kültürün temel öğelerinden biri olarak benimseniyor; farklı dilleri öğrenen birey farklı kültürleri de öğrendiğini sanıyor, ancak dilin içi edebiyatla dolmadıkça kültürel etkileşimin tam olarak gerçekleştiğini söylemek güç. Nitekim geçmişte de edebiyat farklı kültürlerin buluşmasına tanıklık etmiş, daha da ötesinde teknolojinin geri kaldığı dönemlerde bile bu buluşmada rol oynayan en önemli etkenlerden biri olmuştur.

19.yüzyılda Osmanlı’da Tanzimat Devri ve ardından gelen Servet-i Fünun Dönemi Osmanlı-Fransız kültürel etkileşiminde yazınsal ürünlerin payını belirtmek adına önemli bir örnektir. İbrahim Şinasi gibi Osmanlı yazarlarının belli bir süre Fransa’da yaşayıp Fransız yazınından eserleri çevirerek Osmanlı toplumuna kazandırmalarını iki kültürün etkileşim sürecinden bağımsız saymak mümkün değildir. Yusuf Kamil Paşa’nın François Fénelon’un Les Aventures de Télémaque adlı eserini çevirdiği Tercüme-i Telemak ya da Şinasi’nin Fransız şiirlerini çevirdiği Tercüme-i Manzume gibi yapıtların Fransız kültürünün tanınmasına ve Fransız kültüründen etkilenilmesine katkısı büyüktür. Çevirilere koşut gelişen roman türü gerek tür olarak Fransız yazınından gelmesiyle gerekse içerik olarak barındırdığı Fransız kültürel öğeleriyle Osmanlı toplumunun batılılaşmasında, bir anlamda Fransızlaşmasında etkili olmuştur. Bu süreç Servet-i Fünun döneminde kullanılan Fransız nazım biçimleriyle devam etmiş, Fransızca söz dizimi kurallarının Türkçeye uygulanmasıyla pekişmiştir.

Bu noktada, edebiyatla birlikte dilin de Fransız kültüründen etkilendiğini söylemek mümkünse de kültürler arası etkileşimde dilin payı ile edebiyatın payı arasındaki ayrımı yapmak gerekir. Tıpkı o dönemde Osmanlı toplumunda eğitimli bireylerin Fransızca bilmesi gibi günümüzde de insanlar başta İngilizce olmak üzere farklı diller öğrenmektedir. Ancak dil öğreniminin kültürel etkileşimde tek başına büyük rol oynadığı söylenemez; çünkü bir kültürü tanımanın ve benimsemenin yalnızca o kültürün dilini öğrenmekle gerçekleşmesi olanaksızdır. Bireyin bir toplumun içinde bir müddet yaşamadan o kültüre ait öğelerin tümünü veya bir kısmını benimsemesinde dil öğreniminden öte edebi yapıtlar büyük ölçüde etkilidir. Bu bağlamda edebiyatın internet, televizyon ve sinema gibi görünürde daha kapsamlı ve daha yaygın araçlardan ayrımı, okurun özellikle roman gibi edebi türlerin yarattığı karakterlerle özdeşleşebilmesini daha kolay ve zaman zaman kaçınılmaz kılmasıdır. Birey, internette, televizyonda ve sinemada farklı kültürleri temsil eden karakterleri görür, tanır ancak romanda dünyaya onların gözünden bakabilme olanağına sahip olur, onlarla empati kurar ve -bir süreliğine- yansıttıkları kültürün bir parçası olur. Özellikle 1.tekil kişi bakış açısı bu anlamda empatiye ve dolayısıyla kültürel etkileşime en çok olanak sağlayan tekniktir; ancak diğer bakış açıları da -okura roman boyunca karakterlerin yaşamlarında bulunabilme fırsatı verdiğinden- oldukça etkilidir. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i, Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’i ya da Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı adlı romanı 19.yüzyılda İngiliz toplumunda baskın bir şekilde görülen sınıf ayrımını, olay örgüsünün arka planında okura sunar. Okur, İngiliz kültürünün farklı sınıflara biçtiği değerleri bu romanlar aracılığıyla görür, farklı sınıflara ait karakterlerle –Uğultulu Tepeler’in yetim Heathcliff’i, Jane Eyre’in zengin Bay Rochester’ı ve Bir Noel Şarkısı’nın cimri Scrooge’uyla- empati kurar. Aynı şekilde 16.yüzyıla ait olan, Shakespeare’in Venedik Taciri adlı yapıtında okur, Shylock karakterinde Yahudileri İngiliz bakış açısından –dönemin İngiliz kültürüne ait ön yargılarla ve inanışlarla- görür.

Edebi yapıtlar bu şekilde ana kültürel öğelerin yanı sıra kültürlerin birer parçası olan günlük yaşama ait ayrıntıları da bu kültürel etkileşim sırasında okura aktarır. Uğultulu Tepeler’de kahya Joseph’in sabahları yaptığı ‘’porridge/sütlü yulaf lapası’’nın İngiliz mutfağına özgü bir yemek olması ve Sait Faik Abasıyanık’ın Mahalle Kahvesi adlı öyküsünün geçtiği kahvehanenin, tipik bir Türk kahvehanesini yansıtması edebi yapıtların okura sunduğu kültürel ayrıntılara birer örnektir.

Edebiyatın kültürleri yansıtma yetisi bu yetiyi başarıyla kullanan toplumlarda görülmesiyle olduğu gibi edebi anlamda gelişememiş toplumların kültürlerinin tanınmasındaki eksiklikle de kanıtlanabilir. Örneğin İngiliz, Amerikan ya da Fransız kültürü bu denli yaygınken Afrika kültürünün bilinmemesi düşündürücü olduğu kadar olağandır da. Nitekim bunda Uganda ya da Kenya gibi Afrika ülkelerinin edebi anlamda eksik olmalarının tek etken olduğu savunulamaz; ancak pek çok yönden gelişmemiş olan bu ülkelerin kültürlerini dünyaya tanıtmalarına imkan sağlayacak ileri düzeyde bir yazın dünyalarının olmamasının bu kültürel etkileşim eksikliğine neden olan etmenlerden biri olduğu söylenebilir.

Teknolojik gelişmelerle son yüzyılda artan kültürlerarası etkileşim aslında yüzyıllardır büyük ölçüde edebiyat yoluyla devam etmiştir. Kültürler arası etkileşim günümüzde kitle iletişim araçlarıyla ivme kazanmışsa da halen edebi eserlerle daha gösterişsiz, sessiz fakat daha sağlam adımlarla sürmektedir. Bugün Türk kültürü de Orhan Pamuk gibi başarılı yazarlarla dünyaya açılmakta ve Türk edebiyatıyla başka kültürlerden etkilendiği kadar başka kültürleri de etkilemek üzere kültürel etkileşim yolunda hızla ilerlemektedir.

Sevde Kaldıroğlu

01.04.12

Bu ay ne okusak? Nisan ’12

Nisan23

İşler yoğun olunca normalde hem bir zevk hem bir gereklilik gibi gelen okuma eylemi öyle zor geliyor ki! İşte bu ay o kadar yoğun ve yorucuydu ki doğru düzgün kitap okuyamadım; ama daha önceki aylarda okumuş olduğum ya da şu anda okumakta olduğum yarım kitaplardan söz edeyim öyleyse.

İklimler/Andre Maurois: Bir kadının ve bir erkeğin aşka bakış açısı: Bu kısa tümce bile İklimler’i açıklamaya yetebilir, bir duygunun bir kadın ve bir erkek tarafından nasıl yorumlandığını değişik bakış açılarıyla anlatıyor Fransız yazar. Olay örgüsü bakımından çok orijinal ve çok kuvvetli olmasa da okuyarak aşkın büyüsüne kapılmaktansa aşk üzerine düşünmeye yönelten bir roman.

Edebiyattan Pek Anlamam/Jenny Davis, Kenneth C. Davis: Büyük edebi eserler ve yazarlar hakkında kısa ama ilginç ve akılda kalıcı bilgiler veren bu kitap, küçük ve modern bir edebiyat ansiklopedisi niteliğinde.

Dergiyi sorarsanız neyse ki onu aksatmadım, yeni bir dergi bile keşfettim: Notos.

”NOTOS” Dergisi 33.Sayı – Nisan – Mayıs 2012: Güzel öyküler, söyleşiler ve haberlerle dolu bu dergi. Sözcükler dergisinden biraz farklı; yalnızca deneme, öykü vb. içermiyor; edebiyat dünyasına ilişkin ilginç haberlere de yer veriyor dergi. Bu yönden edebiyat gazetesi kıvamında. Edebiyat dergisi alışkanlığı kazanmak için oldukça uygun bir başlangıç olacaktır NOTOS dergisi, mutlaka öneriyorum.

  • Duygu Bayar Ekren/”Bir kitap al, bir kitap bırak”: ABD’de başlayan küçük kütüphaneler projesinden bahsediyor bu yazı. Okul binası görünümünde içi kitapla dolu küçük bir dolap bugün ABD’nin pek çok eyaletinde bulunuyor. İşlevi ise kitap okumak isteyen herkesin ücretsiz olarak ödünç olabileceği sembolik bir kütüphane oluşturmak. İçinden istediğiniz kitabı alıp okuduktan sonra geri bırakıyorsunuz, eğer kitabı bırakmak istemezseniz kendi kitaplığınızdan başka bir kitap ekliyorsunuz bu küçük kütüphaneye. Ayrıca bu dolaplardan isterseniz siz de sipariş verebiliyorsunuz. Ayrıntılı bilgi için Duygu Bayar Ekren’in NOTOS’taki haberini okuyabilirsiniz.
  • Faruk Ulay/”Kahve içmeye gidilen kitapçılar”: İçinde kahve satılan kitapçılar üzerine ilginç bir bakış açısı sunuyor yazı.
  • Semih Gümüş/Küçük İskender-Söyleşi: Oldukça güzel ve düşündürücü bir söyleşi, okumanızı tavsiye ederim.
  • Mine Soysal/ ”Yetişkinler İçin 100 Temel Eser Listesi”: 100 Temel Eser gibi edebi yapıt listelerinin çocuklar, gençler için hazırlanıp onlara dayatılmasının yerine öncelikle yetişkinler için hazırlanmasını gerektiğine vurgu yapıyor yazar. Bir gün öncesinde bir deneme yazarken bu konuya benzer bir şekilde değinmiştim, bu yüzden düşüncelerimi yansıtması açısından çok hoşuma gitti bu yazı. Gençlere dayatılan unsurlardan biri olan eser listeleri üzerine güzel bir eleştiri.

Tabii geçen ay da bahsettiğim Sözcükler dergisinin sayısını bir kez daha anımsatmak istiyorum:

”Sözcükler” Dergisi 36.Sayı – Mart – Nisan 2012

İyi okumalar dilerim!

23.04.12

Yeri: Bu ay ne okusak?, Edebiyat | Bu ay ne okusak? Nisan ’12 için yorumlar kapalı
« Older EntriesNewer Entries »