Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

”Beklenen” Şiir Eleştirisi

Ekim17

Şiir Eleştirisi

BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

Necip Fazıl Kısakürek

——————————————–

Necip Fazıl Kısakürek’in ‘’Beklenen’’ adlı şiiri ‘’sevgiliyi bekleme’’ konusunu özlem, sitem, gurur ve usanmışlık gibi çarpıcı duygular ışığında ele alan eşsiz bir örnektir. Şiir sekiz dizeden oluşan yapısında pek çok anlamı barındırarak kısa ve öz denecek türde bir yazınsal ürün örneği oluşturmaktadır.

Şiir kişileri anlatıcı ‘ben’ ve seslenilen ‘sen’den oluşur. Anlatıcı, şiirin ilk üç dizesinde ‘beklemek’ eyleminin yaşamdaki uç noktalarını ele alarak dördüncü dizede belirttiği sevgiliyi bekleyişinin uzunluğunu vurgulamış, bunun da ötesinde kendisini terk eden sevgiliye duyduğu bu bağlılığın sıradışılığına dikkat çekmiştir. Ne bir hastanın acılar içinde geçirdiği bir gece, ne bir ölünün toprağa gömülene dek beklediği süre, ne de şeytanın bir günah yakalayabilmek için azimle gösterdiği sabır ‘ben’in sevgiliyi beklerken çektiği ıstıraba, sergilediği sabır ve sadakate yetişebilir; onun sevgiliye duyduğu aşk, özlem ve bağlılık tüm bunlardan üstündür. İşte anlatıcı tam bu noktada güçlü duygularını ifade ederken ince bir sitemi de ‘sen’e olan seslenişinde dile getirmektedir. Bu sitem ikinci dörtlükte iyice ortaya çıkmakta; geçen zamanın anlatıcıyı usandırdığı ve özlem duygusuna karşılık gururunun ağır bastığı ilerleyen dizelerden anlaşılmaktadır. ‘’Geçti istemem gelmeni’’ dizesinde anlatıcı sevgiliye onu beklemekten usandığını sitemkar bir dille ifade etmektedir. Anlatıcının bunca bekleyişten sonra sevgilinin gelmesini istemediğini belirtmesi okuyucuya bu söylemin gurur duygusunun baskın gelmesiyle oluştuğunu hissettirir. ‘’Yokluğunda buldum seni’’ sözleri ise bu duyguları yinelerken anlatıcının aşkını sevgili gittikten sonra daha güçlü bir şekilde yaşadığını, sevgiyi –karşılıksız da olsa– onun yokluğunda bulduğunu ve bu bekleyiş sürecinde en yoğun şekilde hissettiğini anlatmaktadır. Bu süreç öyle uzundur ki anlatıcı ‘’sensizliği’’ içselleştirmiş, özlemi ve acıyı kabullenerek yaşamayı öğrenmiştir. ‘’Bırak vehmimde gölgeni’’ dizesinde anlatıcı, sevgilinin ona geri dönme olasılığının gerçekleşemeyecek kadar küçük olduğunu vurgularken bu sonu belli bekleyişin umutsuzluğunu dile getirmektedir. ‘’Gelme, artık neye yarar?’’ dizesiyle anlatıcı sözlerini bitirirken artık sevgiliyi beklemekten vazgeçtiğini, sevgilinin geri dönmesinin de artık bir şey değiştirmeyeceğini, çünkü o gittikten sonra bu uzun zaman içinde geride kalanların da değiştiğini belirtir. Anlatıcı bu son dizede her ne kadar cevabı beklenmeyen bir soruyla sevgilinin gelmesinin bir işe yaramayacağını söylese de, dizenin sonuna koyduğu soru işareti aslında bu soruyu sevgiliye yönelttiğini ve içten içe sevgiliden umutlarını yeniden alevlendirecek, ona yeniden bekleme gücünü verecek bir yanıt beklediğini düşündürmektedir. Bu bağlamda son dizenin cevabı beklenmeyen bir sorudan çok, ucu açık bir sorgulama olduğu söylenebilir.

Şiirin ikinci kıtasında ‘’Yokluğunda buldum seni’’ dizesini tasavvufi bağlamda ele almak mümkündür. Bu şekilde tıpkı Mecnun’un Leyla’nın yokluğunda Tanrı’yı bulması gibi şiirdeki ‘ben’in de sevgilinin yokluğunda ilahi aşka kavuştuğu yorumu yapılabilir. Bu açıdan bu dizede ‘sen’ olarak hitap edilen varlık, diğer dizelerden farklı olarak sevgili değil, Tanrı’dır.

Şiirde günlük dilden uzak, edebi bir dil hakimdir. Bu şiirsellik sevgiliye duyulan aşkın ve özlemin okuyucuya hissettirilmesinde etkilidir. Şiir 8’li hece ölçüsüyle yazılmıştır ve tamamıyla olmasa da yabancı sözcüklerden arınmış yapısıyla Cumhuriyet Dönemi şiirini yansıtmaktadır. Dizelerde ağır ve ağdalı bir anlatım olmamakla birlikte şiire bu sanatsal boyutu kazandıran en önemli etken, şairin ustalıkla kullandığı güçlü benzetmeler ve bunun yanı sıra, söyleyiş güzelliği sağlayan uyaklardır. Necip Fazıl Kısakürek’in ‘’Beklenen’’ şiiri giden sevgilinin ardından süren bekleyişi kısa ve öz bir biçemle ele alan, yazınımızın özgün ürünlerinden biridir. 

30.10.11

Gencecik Kırık Hayaller

Ekim10

Şiir Eleştirisi

AVARA

(…)

vahşi siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdıramadığımız düşlerimiz kadar
aşık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi. her şey kanatır, her şey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyuyamayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun macerlara umar
apansız yolculuklara çıkardık

uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencerelere, kepengi örtülü dükkanlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?

ahh o gece yolculukları
bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları
kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz

kaç yol arkadaşı?
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
ölenler,
terk edenler,
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler

vahşi, siyah atlardık; yılkıya bırakıldık
içimizden kimse gidemedi Amerika’ya
kendi Amerika’sı da olmadı hiçbirimizin
yağmur aldı
rüzgar aldı
zaman aldı
o vahşi siyah atları
her şey o eski rüyada kaldı

çarpıp geri dönen düşlerimizin üstünde
çürümüş cesetleri yüzüyor şimdi vahşi siyah atların
öldükleri sahilleri kendileri de bilmiyorlar
peki sen anımsıyor musun?

Murathan Mungan

—————————-

GENCECİK KIRIK HAYALLER

Murathan Mungan tarafından kaleme alınan ‘’Avara’’ şiiri yazınsal bağlamda incelenirken şiire hakim olan duygu ve kullanılan tonlama bakımından ikiye bölünebilir. Şiirin ilk iki kıtasından oluşan ilk bölümünde gençliğe; kurulan hayallere, umutlara ve beraberliklere duyulan özlem baskınken son iki kıtasından oluşan ikinci bölümünde hayal kırıklıkları, yitirilen umutlar ve ayrılıklardan ileri gelen oldukça sitemkar ve biraz da öfkeli bir sesleniş dizelerde can bulur. Şiirde pek çok imge yer almakta ve bu imgeler şiirin anlamlandırılmasında önemli bir yer tutmaktadır.

Şiir kişileri, anlatıcı ‘biz’ ve seslenilen ‘sen’den oluşur. Anlatıcının şiire ‘’vahşi siyah atlardık’’ diye başlarken gençliğini birlikte geçirdiği arkadaşları ve kendisinden bahsediyor olma ihtimali yüksektir. Bu durum ileriki dizelerde geçen ‘’gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz’’ ve ‘’yol arkadaşı’’ sözcüklerinde açıklığa kavuşmaktadır. Anlatıcının kendisini ve arkadaşlarını atlara benzetmesi ‘’çöl’’ imgesiyle vurgulanan  hayatın uçsuz bucaksız boşluğunda ‘biz’in, bir başka deyişle gençliğin, sürekli ‘’kendi izini arayarak’’ bir kimlik arayışı ve amaçsızlık içinde olduğunu; atları ‘’vahşi’’ ve ‘’siyah’’ olarak betimlemesi ise hayatta belli bir amacı olmayan, kimliksiz gençlerin bu duruma karşı öfkeli ve isyankar olduklarını anlatmaktadır. Gençlerin bu öfkesi ‘’düşman’’, ‘’öfke’’ ve ‘’yumruklarını sıkmak’’ sözleriyle yinelenirken ‘’geceleri uyuyamayan çocuklardık’’ dizesinde amaçsızlıktan kaynaklanan tedirginlik vurgulanmaktadır.

Şiirde bir boşluk ve arayış içinde olan ‘biz’, sürekli hayal kurmakta, ‘’yolculuklar’’ ve ‘’maceralar’’ ummaktadır. Şiirin ikinci bölümünde ‘’bi başka kentte, bir başka insan olmanın umutları’’ dizesinde ‘biz’in başka bir kimlik arayışı ve buna dair umutları görülmektedir. Pek çok yerde yinelenen ‘’kent’’ sözcüğü ulaşılmak istenen ancak ulaşılamayan hedef noktasını imgelerken ‘’uyku’’ sözcüğü de hayallerin gerçekleştiği durumu belirtiyor olabilir. Böylece ‘’uykulu kentler’’ sözleri uykuda rüyalarını yaşayabilen, hayallerini gerçekleştirmiş insanları simgelerken ‘’geceleri uyuyamayan çocuklar’’ ifadesi de rüya göremeyen, düşlerini gerçekleştiremeyenleri sembolize ediyor, çıkarımını yapmak doğru olur. ‘’Pencere’’ ve ‘’otobüs’’ şiirde geçen diğer iki imge olup hayallere açılan kapı ve ulaştıran araç olarak anlamlandırılabilir. ‘’Işığı açık kalmış pencereler’’ düşlerini gerçekleştirmiş kişiler olarak yorumlandığında ‘biz’in onlara ‘’hasretle uzun uzun bakarak’’ imrendiğini ve öyle bir yaşam hayal ettiğini söylemek mümkündür. Bütün olarak bakıldığında şiirin ilk bölümünde anlatıcının gençlik yıllarına, beraberliklerine ve saf hayallerine özlem duyduğu; aynı özlemi ‘’anımsıyor musun?’’ diye seslendiği ‘sen’den de beklediği anlaşılmaktadır. Tümcelerde geniş zamanın hikayesi kipi kullanımında da bu içten içe duyulan özlem sezilmektedir. Ancak ‘’dünya acıtırdı bizi/her şey kanatır, her şey yaralardı’’ ve ‘’her şey o eski rüyada kaldı’’ dizelerine bakıldığında ‘biz’in düşlerini gerçekleştiremediği ve hayal kırıklığına uğradığı görülmektedir. Şiirdeki ‘’Amerika’’ imgesi hayallerin ulaştığı doruk noktası, bir ütopya anlamında kullanılmıştır. ‘’İçimizden kimse gidemedi Amerika’ya’’ sözleriyle düş kırıklıkları belirtilirken ‘’kendi Amerika’sı da olmadı hiçbirimizin’’ ifadesiyle gençlerin kendi ütopyaları, tamamen kendilerinin yarattığı bir hayal dünyalarının olmadığı, aslında hayallerini de toplumsal doğrulara dayanarak kurmak zorunda bırakıldıkları anlatılmak istenmektedir.

Şiirde zaman öğesi sürekli gecedir; bu da güneşin hiç doğmadığını, hayallerin gerçekleşeceği aydınlığın hiç oluşmadığını; bir arayış içinde olan ‘biz’in karanlıkta ‘’kendi izini’’ bulamadığını belirtmektedir. ‘’Her yere aynı uzaklıkta’’ olan ‘’yıldızlar’’a değinilmesinin nedeni ise belli bir yere, kimliğe ve yaşama ait olmayan ‘biz’in aidiyet duygusunu yükleyebildiği tek yerin, nereye giderse gitsin hiç değişmeyen yıldızlar olmasıdır. Bu durum aynı zamanda mekan ve zaman gözetmeksizin daima kuzeyi gösteren Kutup Yıldızı’na gönderme olarak da yorumlanabilir; zira karanlıkta hangi yöne gideceğini bilemeyen ‘biz’e, doğru yönü gösterecek tek şey yıldızlardır.

Şiirin ikinci bölümünde anlatıcı ‘’kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye’’ diyerek gençliğinde birlikte olduğu arkadaşlarından şimdi ayrı kaldığını bildirmekte, ‘’dargın beraberlikler’’ ifadesini kullanırken de bu ayrılığa dargınlıkların neden olduğunu düşündürmektedir. Anlatıcının ‘’ne kalıyor elimizde?’’ tepkisinin, gerçekleştirilemeyen hayallere mi, yoksa yitirilen birlikteliklere mi olduğu anlaşılmamakta, ancak ‘’terk edenler’’, ‘’telefonları, adresleri, kendileri değişenler’’ sözleriyle gençlik arkadaşlarına olan sitemi görülmektedir. ‘’Zaman aldı’’ sözleriyle anlatıcı, zamanla hayalperest ‘biz’in umutlarını yitirdiğini, ‘’rüzgar aldı’’ ifadesiyle de farklı yerlere savrulup birbirinden ayrı düştüğünü belirtmektedir. Bu hayal kırıklığı ve yitirilmiş umutlar şiirin son dizelerinde geçen ‘’çarpıp geri dönen düşler’’ ve ‘’çürümüş cesetler’’ sözleriyle anlatılmıştır.

Şiirin genelinde tümce başları da dahil olmak üzere küçük harf kullanımı okura anlatıcının kural tanımazlığını hissettirmekte; yalnızca ‘’Amerika’’ sözcüğüne büyük harfle başlanması ve gelen ekin kesme işaretiyle ayrılması ‘’Amerika’’nın ‘biz’in gözünde oldukça yüksek bir yerde bulunduğu ve adeta bir ütopya olarak görüldüğü kanısını güçlendirmektedir. Son dizede anlatıcı ’’peki sen anımsıyor musun?’’ diyerek ‘sen’e hitap etmekte ve belki de seslendiği kişinin de geçmişi hatırlamasını ve birlikte oldukları eski günlere özlem duymasını umut etmektedir.

‘’Avara’’ şiiri gençlikte kurulan hayallere ve birlikteliklere duyulan özlem, düş kırıklıkları ve yitirilen umutlardan doğan öfke, parçalanmış dostluklara duyulan sitem gibi duyguların yanı sıra gençliğin kimlik arayışı ve amaçsızlık içinde bir boşluğa sürüklendiğini imgesel bir dille anlatmakta ve yazınsal anlamda, gençleri hayaller ve duygular yönünden irdeleyen önemli bir edebi ürün niteliği taşımaktadır.

Eylül 2011 

Yalnızlığın Gölgesinde

Ekim4

Geçen seneden itibaren okulda edebiyat dersi aracılığıyla yazdığım şiir eleştirilerini burada yayımlamaya karar verdim. Ne yazık ki internetin de ötesinde basılı olarak dahi şiir eleştirisi bulmak, okumak oldukça zor. Bu yönden örnek alınacak yazılara kolayca ulaşılamadığından şiir eleştirisi türü çok fazla gelişemiyor ve bu kısır döngü böylece devam ediyor. En azından lise düzeyinde, iyi kötü yazdığım şiir eleştirilerimi burada paylaşmak istememin bir diğer nedeni de bu.

Attila İlhan’ın ”Kırmızı Pazar” şiirine yazdığım eleştiri ilk şiir eleştirisi denememdi. Kırmızı Pazar şiirini ve ardından da yazdığım eleştiriyi okuyabilirsiniz.

KIRMIZI PAZAR

Kız sen burda yeni misin peki leyla nerde
Hani çekirdek gözlüm örümcekten korkan
Kim ulan beni herkes tanır git patronuna sor
Elektrikçi ihsan dedin mi içkide üstüme yoktur

Leyla güzel kızdı ben böyle göz görmedim
Sen de güzelsin bak omuzların mesela
Biz elektrikçi kısmı karanlıkta güreşiriz
Ölüm tellerde ıslık çalar gözümüz pektir
Saçların kendinden mi sarı boyadın mı
Öyle örtülü bakma içimi karıştırıyorsun

Buranın tesisatını biz yaptık cahit’le beraber
Düğmeye şöyle dokun süt gibi aydınlık
Cahit askere gitti bak leyla da gitmiş
Geceleri uyku tutmuyor işin yoksa cigara iç
Yıldızlar boğazıma dizili inanmazsın
Dilsiz misin nesin bir şey söylesene
İstanbul’dan mı geldin yalnız mısın

Attila İlhan

 ————————————-

YALNIZLIĞIN GÖLGESİNDE

Şiir Eleştirisi

Attila İlhan’ın Kırmızı Pazar şiiri Elektrikçi İhsan’ın yalnızlığını anlattığı bir monolog sayılabilir. Temel olarak İhsan’ın yabancı bir kızla iletişim kurma çabaları da bundan ileri gelir. Sevdiği kız Leyla’dan belirtilmeyen bir sebepten ötürü ayrı kalan İhsan, yalnızlığını içki ve sigara ile bastırmaya çalışmış ama açık bir şekilde bunda başarılı olamamıştır. ‘’Yıldızlar boğazıma dizili inanmazsın’’ derken şair, İhsan’ın içinde biriktirdiği onca söz ve birisiyle paylaşmak istediği pek çok şey olduğunu vurgular.

İhsan Leyla’ya olan özlemini paylaşırken yeni gördüğü bu kızda da onun özelliklerini aramakta; bir bakıma onu, Leyla’nın yerine koymaya çalışmaktadır. Kızın omuzlarında ve saçlarında eski sevgilisinin güzelliğini ararken aslında Leyla’nın yerini kimsenin tutamayacağının da farkındadır. Şair, ‘’karanlık’’ ve ‘’ölüm’’ gibi kelimeleri elektrikçilikle bağdaştırırken aslında İhsan’ın yalnız ve mutsuz durumunu bunlarla sembolize etmiştir.

Şiirde kullanılan basit ve günlük dil, yer yer argoya rastlanması ve şiir kişisinin aklından geçenleri patavatsızca ortaya dökmesi onun çaresizliğine ve bir dert ortağına bu denli muhtaç olmasına işaret eder. Şiirdeki ‘’düğme’’ imgesi İhsan’ın hayatında ihtiyacı olan değişikliği simgelemektedir; o da tıpkı düğmeye dokunup ışığı yakmak gibi hayatını aydınlatmak ister, yaşamını renklendirecek bir varlığa ihtiyaç duyar. Ancak şiirin sonlarında sesine cevap bulamayan İhsan, hayal kırıklığı ve hüzünle, bir de gittikçe çoğalan yalnızlığıyla yine baş başa kalır. Sevgiliye hasret ve bir dert ortağı arayışı şair tarafından İhsan’ın ağzından dillendirilirken temel olarak yalnızlık ve çaresizlik hüzünlü bir derinlikle ortaya konmuştur şiirde.

 Eylül 2011

Eğreti

Eylül1

Öykü

‘’Hangisini seçsem?’’ diye mırıldandım kendi kendime, çocukluk fotoğraflarımı incelerken. Kırmızı mantom, kâküllü saçlarım ve rengârenk tokalarımın parladığı bir fotoğraf geçti elime. Yıllar sonra lise yıllığımın sayfalarında bu kareyi gördüğümü düşledim bir an. Küçük kız çocuğunun siyah gözleri o renk cümbüşünün içinde dahi parıldıyor, elinden tuttuğu dedesinin yaşlı bakışlarının bile solduramadığı bu kareye tuhaf bir neşe katıyordu. İstemsizce gülümsedim. Sonra –belki de yine istemsizce– yavaşça yukarı kalktı gözlerim ve önümdeki parlak zemine yansıyan yüzüme baktım. Suratımın sıradan ayrıntılarında o küçük kız çocuğunu ararken buldum kendimi. Yapmacık gülümsedim bu kez; yalnızca çocuksu bir mutlulukla yaşamlar dolusu gülücüğü şu avuç kadar surata sığdırabilen bu kız çocuğu kadar içten gülümsemeyi, hâlen (yapmacık da olsa) becerebiliyor muyum, merak etmiştim. Yansımamı görmeden yanıtı biliyordum; fakat beni yanıltan tek şey sahte gülüşümde bile ortaya çıkabilen gamzelerimdi. Kız çocuğuna baktım, onaylarcasına tombul yanaklarındaki çukurları gösterdi bana. Karşımdaki genç kıza yönelttim bakışlarımı; fotoğrafı elime aldığımdan beri belki de ilk kez hâlen ‘’kendim’’ olduğumu hissettim, bu kez yüzüme yayılan gülümseme hem genç kızın hem de kız çocuğunun içini ısıtmaya yetti.

Kız çocuğunu, farklı yıllara ait diğer tüm kız çocukları gibi kırmızı fotoğraf albümünün sayfalarına terk ettikten sonra ‘’daha güzel’’ fotoğraflar bulmak, belki de o çukur yanaklı gülüşü farklı zeminlerde ve farklı boyutlarda yeniden görmek üzere ayağa kalktım. Yatağımın bazasını kaldırdım, paslanmış demirin sürtünmesiyle çıkan o iç gıcıklayıcı çirkin ses kulağımda çınladı; aynı anda ağır bir küf kokusu sardı etrafımı. Ses ve kokunun birleşimine yüzümü buruşturarak yavaşça eğildim, eski giysi torbalarının arasından pembe albümüme uzandım. ‘’Eski’’sıfatı buraya ne kadar  yakışıyorsa, ‘’pembe’’ sıfatı da bu küflü mahzende o kadar eğreti duruyordu. Tam albümü alıp kendimi geri çekiyorken tıpkı küf gibi bu mahzenin derinliklerine saklanmış, yeşil bir kitap dikkatimi çekti. Kitabın tozlu yüzeyine dokunup dokunmamakta tereddüt ettim, sonra merakıma yenik düşüp bir çırpıda kavradım kapağını. Fakat pembe albümün aksine onu bu tozlu mahzenden çekip çıkarırken bu yaşlı sandığın temel parçalarından birine el koyuyor, ona ait bir şeyleri çalıyor gibi hissettim.

Bazayı kapatıp yatağın üzerine oturduğumda saf bir heyecan kapladı içimi; eskileri yeni keşfetmenin yarattığı basit ama içten bir coşkuydu bu kuşkusuz. Yeşil, tozlu kapağı aralar aralamaz bu gizemli nesnenin heyecanıma değer olduğunu anlamıştım. Bir albümdü bu; eski bir roman ya da öykü değil, eski bir yaşam gizliydi bu ‘‘kitabın’’ sayfalarında. Siyah beyaz fotoğraflarda ilk başta çok uzak görünen, fakat bir şekilde çok tanıdık gelen simaları görmek, çocukluğumdan beri bana hep büyük görünen aile fertlerimin küçüklüklerine bu karelerde tanık olabilmek oldukça tuhaf ve bir o kadar keyif vericiydi. Daha önce birçok kez gördüğüm kareler de vardı aralarında. Nitekim dedemin bir zamanlar anlattığı gibi eskiden sık sık fotoğraf çekilmezdi; ancak bayramda seyranda ailecek toplanılır, fotoğrafçıya gidilirdi. Fotoğraflarda sıklıkla aynı günün farklı pozlarına rastlamam bundan dolayıydı. Anneannemin nişanından babamın sünnet düğününe kadar pek çok fotoğrafı tek tek incelerken, bu donuk karelerde kıvır kıvır saçları, pileli etekleri ve tavşan dişleriyle gülümseyen kız çocuğu seslendi içeriden:

– Yemek hazır!
– Tamam, geliyorum anne!

Bu siyah beyaz anıları tüm ayrıntılarıyla incelemeden onlardan bir saniyeliğine bile ayrılmak istemiyordum. Sanki arkamı döndüğümde gizlendikleri tozlu mahzene geri dönecekler, yaşamımda hiç var olmamışlar gibi ortadan kaybolacaklardı. Ancak daha birkaç dakikaya sığmayacak onlarca sayfa, yüzlerce fotoğraf vardı. Gönülsüzce albümü kapattım, yastığımın üzerine bıraktım usulca. O sırada bir kâğıt düştü albümün arasından; belli ki bu tozlu sayfalara sığamamış, benliğini bu dört köşe arasına sığdıramamış bir kareydi bu. Şapkalı ve takım elbiseli üç genç adam ellerinde bastonlarıyla sıralanmıştı. Yüzlerinde ciddi fakat anlaşılmaz bir ifade vardı. Ne suratları tanıdık geliyordu, ne de fotoğrafa ait en ufak bir ayrıntı. İlk başta üçü de birbirinden farksız görünse de şimdi aralarındaki ayrım yavaş yavaş belirginleşiyordu. Aslında aynı şekilde duran, aynı giyimli bu üç adamın bu denli farklı olmasına şaşırmıştım.

Soldakinin ağzında bir sigara vardı. Diğerlerinin genç yüzlerine karşıt olarak onun suratı daha oturaklı ve daha yaşlıydı. Çıkık elmacık kemikleri yüzünün keskin hatlarını iyice ortaya çıkarıyordu. Diğerlerinin ellerinde eğreti duran baston, onun elinde yerini bulmuştu. Tıpkı ağzındaki sigarası ve sıkı sıkıya kavradığı bastonu gibi üzerindeki her bir ayrıntı onun görmüş geçirmiş havasını hissettiriyordu. Kısa yaşamına sığdırdığı hüzünlü anıları ciddi ifadesinin ardına gizleyemeyeceği kadar belirgindi. Hemen yanında duran genç adam, onun olgun görünümüne karşın, toy ve saf bir duruşa sahipti. Üçünün ortasında durduğundan ilk başta en öne çıkan gibi görünse de dalgın gözleri ne denli deneyimsiz ve saf olduğunu ele veriyordu. Üçünün arasında, süs olarak tuttukları bastonlardan güç almaya belki de en çok ihtiyacı olan bu genç delikanlıydı. En arkada duran üçüncü kişinin ise hepsinden anlaşılmaz bir ifadesi vardı. Bir kaşını kaldırmış, sorgular bir tavır edinmişse de bu ciddi suratı elde etmek için kendini fazla zorladığı anlaşılıyordu. Belki de takım elbisesinin ona vermeye yetmediği olgunluğu bu yapmacık, ciddi ifadesiyle kazanmaya çabalıyor; ancak biraz dikkatle bakınca duruşunun ardına gizlediği masumiyeti açıkça ortaya çıkıyordu.

Üç farklı yaşamın üç zayıf bedende sergilendiği bu kare tuhaf bir şekilde merak uyandırıcıydı. Tıpkı arkalarındaki bulanık manzara gibi üzerlerinde eğreti kalan bu güçlü duruşlarına saklanan yaşamları da belirsiz ve anlaşılmazdı. Saf bir heyecan ve belki de umutla yataktan kalkıp içeri gittim.

– Anne, bunlar kim? Tanıyor musun?

Eline aldı fotoğrafı, tıpkı baktığı karedekiler gibi o da anlaşılmaz bir ifade takındı bir süre. Neden sonra gülümser gibi oldu ve biraz daha baktı siyah beyaz kareye.

– Sen tanımazsın. Çok eskilerden bu fotoğraf.

Çocuksu bir inatla yeniden soracaktım

Kim bu ‘’ciddi’’ adamlar anne?
Neden farklı kişiliklerini bu tek tip kıyafetlere ve yapmacık ifadelere sığdırmaya çalışıyorlar?
Hangi rüzgarlar karşısında ayakta kalacaklar bu bastonlarla, hangi fırtınalara meydan okuyacaklar ‘’sağlam’’ duruşlarıyla?
Neden susuyorsun? Cevap versene anne!

ki bakışlarıyla buluştu gözlerim. Soldaki adamın yaşlı, yorgun bakışlarını görür gibi oldum yüzünde. Tavşan dişli küçük kız çocuğunun nasıl bu yorgun yüze dönüşebildiğini düşündüm. Neden sonra çukur yanaklı kız çocuğu geldi aklıma ve ansızın boğazıma sarılan nefesimi tüm soru işaretlerimle birlikte yutkundum. 

1 Temmuz – Eylül 2012 

Fotoğraf: August Sander, ‘’Young Farmers’’, 1914

Ağustos30

planlarım var
yapacak çok şeyim var
söz verdim kendime
bugün boşum

alarmlarla değil
pencereden giren gün ışığıyla
uyanacağım bu sabah
yatak keyfi yaparken
yorganın serin yüzünde
mis gibi deterjan kokusunu
çekeceğim içime
gerinerek kalkıp
peynirli omlet yapacağım kendime
ve bu kez kahvaltımı
aceleyle değil
beş dakikada değil
yavaş yavaş yapacağım

sadık ajandama sırtımı döneceğim bugün
noktayı terk edeceğim
virgülü unutacağım
bugün boş boş oturmanın zevkini
dolu dolu çıkaracağım

dedim ya
planlarım var
yapacak çok şeyim var

sevde kaldıroğlu

15.06.12

Neden İnceliyoruz?

Ağustos5

Kadın ve Güzellik Kavramı üzerine

Güzel bir kadın canlandırın gözünüzde.

Unutmayın o kadını, bu yazıyı okurken belleğinizin bir köşesinde dursun. Tepkilerini iyi gözlemleyin güzel kadınınızın; çünkü ilerleyen satırlarda pek çok hemcinsiyle karşılaştıracak kendisini, belki memnun kalmayacak bundan, belki de kendisiyle gurur duyacak ama umuyorum ki ne kadar göreceli ve ne kadar acımasız bir kavramın ürünü olduğunu –tıpkı sizin gibi– fark edecek o da.

Bu yazı boyunca yalnızca güzel kadınlardan bahsedeceğim; farklı zamanların ve farklı kültürlerin farklı güzel kadınlarından.

Yıl M.Ö. 5500. Yazı yok henüz. Ateş var, su var, erkek var, kadın var. Hem de kadın, tanrıça; kadın, bereket simgesi. O dönemden kalan kadın heykellerine, bir başka deyişle o dönemin ideal kadın figürlerine baktığımızda alışık olmadığımız görünümlerle karşılaşıyoruz ve ‘’Obez bunlar’’ diyerek teşhisi koyuyoruz hemen. Halbuki bugün yerdiğimiz ‘’şişmanlık’’ kavramını o zamanlarda tanrıçalara layık gördüklerini unutuyoruz.

Antik Çağlar’dan ileriki yüzyıllara gelirsek aradan geçen zamanın ‘’güzel kadın’’ kavramını çok fazla değiştirmediğini dönemin kadın portrelerinden anlayabiliriz. 16.yüzyılda Alessandro Allori’nin Bianca Cappello’yu resmettiği tablosu günümüzle çelişen bir güzellik kavramı sunar bize. Bir İtalyan soylusu olan Bianca Cappello güzelliğiyle nam salmış bir kadındır, nitekim bizim Victoria’s Secret modellerimize benzemez kendisi. Tombul bir vücudu, yuvarlak bir yüzü ve hatta çenesinin altında bombeli bir gıdısı vardır. Aynı döneme ait benzer bir ‘’güzel kadın’’ tasviri çok daha tanıdık bir ismin, William Shakespeare’in, ‘’Venüs ve Adonis’’ şiirinde görülmektedir. Günümüzde iki karşıt kavram olarak görülen ‘’güzellik’’ ve ‘’tombul’’ sözcükleri İngiliz şairin bu şiirinde alt alta dizelerde bulunur; şair, Venüs’ün görkemli güzelliğini tasvir ederken onu ‘’tombul’’ olarak niteler. [i]

İki yüzyıl sonra İspanyol ressam Francisco Goya’nın yapıtlarına baktığımızda tombul kavramının halen güzellik kavramıyla birlik içinde olduğunu gözlemleriz. Goya’nın 1700’lü yılların sonlarında resmettiği La Tirana’sı ve 1803 yılında tamamladığı Maja Vestida’sı bu tombul ve güzel kadın figürlerine örnek gösterilebilir. Ancak özellikle Maja Vestida’da ideal kadın figürünün belinin incelmeye başladığı görülmektedir. Buna rağmen incelen yalnızca belidir, vücudunun geri kalanı dolgun ve tombuldur.

Louisa May Alcott ise, 1868-69 yılları arasında yazdığı Küçük Kadınlar romanında Margaret karakterini ‘’çok güzel, açık tenli ve tombul’’ olarak niteler. Bu özelliklerin yalnızca belli eserlere ait olmadığı, o yüzyıllarda kadının üzerine yüklenen güzellik ölçütlerini oluşturdukları yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki bugün kilolu insanları ‘’şişko’’ olarak sınıflandıran toplum, o dönemin zayıf insanlarını ‘’sıska’’ olarak niteliyordu; dahası, zayıf kadınlar güzellik ölçütlerinden uzak görülmekle birlikte eş bulumunda da ‘’bahtsız’’ olarak kabul ediliyordu.

Özellikle 19.yüzyılla birlikte ideal kadın vücudu kum saati şekline büründü. Bir başka deyişle kadın incecik bir bele ve buna karşın geniş basenlerle dolgun göğüslere sahip olmalıydı. Bu denli uç vücut ölçüleri anatomik olarak mümkün olmadığından kadınlar korse kullanıyordu; ancak beli aşırı derecede incelten korseler iç organları sıkıştırıyor, nefes darlığı ve tansiyon sorunları gibi sağlık sıkıntılarına yol açarak zaman zaman kaburga kemiklerinin kırılmasına bile sebep olabiliyordu. 1900’lü yılların başlarında Camille Clifford kum saati figürü ve korseyle sıktığı incecik beliyle dönemin ünlü modellerindendi. Viktorya döneminde kadınların sık sık bayılmasının sebebinin bu korseler olduğu sonradan anlaşılmıştır.

Batı kültüründe güzellik kavramı gitgide incelen bir yolda ilerlerken farklı kültürlerde aynı kavram çok farklı boyutlardaydı. Tayland ve Burma’da kadınlar yüzyıllardır uzun boynun bir güzellik göstergesi olduğuna inanıyor, boyunlarını uzatmak için çocukluktan itibaren boyun halkaları takıyorlardı. Bu halkalar yaşları ilerledikçe artıyor, omuzlarına baskı yaparak kadınların kemik yapılarında bozulmalara yol açıyordu. Bu geleneğin günümüzde halen bazı kabilelerde devam ettiği söylenmektedir.

Güzellik uğruna katlanılan bir başka eziyet ise Çin’de yüzlerce yıldır süren ayak bağlama geleneğiydi. Tıpkı Batı’nın ince beli ve Burma’nın uzun boynu gibi Çin toplumu da küçük ayakları güzellik ölçütü olarak kabul ediyordu. Kadınlar ayaklarını –normal bir ayağın üçte biri boyunda olması için– çocukluktan itibaren bağlayarak öne doğru kemik gelişimini durduruyorlardı. Bu şekilde eğri bir biçimde büyüyen ayak, güzel olarak görülen kısa boya ulaşıyordu. ‘’Lotus ayak’’ olarak da anılan bu gelenek Çinli kadınlar için bir eziyet niteliği taşıyordu. Yeni Zelanda’da ise özellikle yüze yapılan Ta Moko adındaki dövme türü bir güzellik ve toplumsal statü simgesiydi. Yüzlerini bu dövmeyle kaplayan kadınlar güzel olarak niteleniyordu.

Dünyanın farklı yerlerinde güzellik farklı biçimlere bürünürken Batı’da da değişik şekillere dönüşmeyi sürdürüyordu. Nihayet pek çok sağlık sorununun sebebi olduğu anlaşıldıktan sonra korse, ‘’zararlı’’ damgası vurularak terk edilmişti. 1950’li yıllara gelindiğinde yeni güzellik standartları, korseli incecik bellerden sıyrılıp yerini Marilyn Monroe gibi balık etli kadın figürlerine bırakmıştı. Halen kum saati kalıbının etkileri görülse de kadının beli büyük ölçüde kalınlaşmış, çok daha sağlıklı ölçülere kavuşmuştu. Fakat hızla gelişen teknoloji, medya ve moda kültürüyle ideal kadın vücudu bu kez yalnızca belden değil, basenlerden, bacaklardan ve hatta kollardan bile incelmeye başladı. Öyle ki 21.yüzyılda aktris Keira Knightley gibi ince yüzlü, ince belli ve ince bacaklı kadınlar –iki yüzyıl öncesinin ‘’sıska’’ kadınları– ‘’güzel’’ olarak görülmeye başladı. İncelme modasıyla son yıllarda gelişen diyet sanayisi zirveye ulaştı; günümüzde ABD’de diyet sektörü 40 ila 100 milyar dolar arası bir gelire sahip.[ii]

Bugün modern dünyanın kadınları diyet yapıyor ya da kilo almamak adına yediklerine ‘’dikkat ediyor’’. Bugün iş hayatına atılan modern kadın, maaşının yarısını kilo vermek adına diyet ürünlerine yatırıyor. Fakat o bunu ‘’sağlık’’ adına yapıyor, kilo vererek yağlarından kurtuluyor, alması gereken kalorinin yarısını alarak ve vücut kitle indeksini normalin altına düşürerek ‘’sağlıklı’’ bir vücuda kavuşuyor. Modern kadın erkek gibi güçlü olmak adına kas yapıyor, sıkılaşıyor, inceliyor; kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapılmasını protesto ederken kadının bir güzellik nesnesi olarak görülmesi üzerine kurulu olan bu güzellik ölçütlerini benimsiyor, dahası bunlara uymaya çalışıyor.

Modern kadın erkekle fırsat eşitliğine sahip olmayı savunurken öğle yemeğinde kebap yiyen erkek iş arkadaşının yanında kuru bir salatayla yetiniyor, sonra da orada burada ‘’kadın-erkek eşitliği’’ nutukları atıyor. Çinli kadınların ayaklarını bağlayarak, Taylandlı kadınların boyunlarına halkalar takarak, Viktorya dönemi kadınlarının korse kullanarak yaptığı eziyet bugün modern kadının vücudunda belki de en ağır ve en umutsuz şekliyle devam ediyor.

Geçmiş yüzyıllarda kadın, güzellik standartları altında sürekli ezilmiş, eziyet çekmiş; peki medeniyetin doruğuna ulaştığımız bugünümüzde ne değişti? Kadın halen bir güzellik nesnesi olarak görülüyor –burada ‘’görülüyor’’ demek yanlış olur; çünkü kadın halen kendini bir güzellik nesnesi olarak göstermeye devam ediyor ve kendine yaptığı bu eziyeti ‘’güzellik’’ adı altında erkeğe de öğretiyor.

Nitekim bugün modern dünyanın modern kadınları olarak neden inceliyoruz? Çünkü inceliyoruz; birbirimizi, vücutlarımızı. Şekillerimizi inceliyoruz ve yargılıyoruz ‘’o’’nu ve ‘’onlar’’ı, fikirleriyle değil, şekilleriyle yargılıyoruz. ‘’İnce’’yi yüceltiyoruz ve inceldikçe yüceleceğiz sanıyoruz; oysaki biz ‘’zayıf’’ sözcüğünü iltifat olarak kullanmaya, yediğimiz lokmayı saymaya ya da ‘’ince’’yi takdir etmeye, ‘’ince’’ye özenmeye devam ettikçe kadın olarak o yaklaştığımızı sandığımız fırsat eşitliğine hiçbir zaman ulaşamayacağız.

Bugün dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor fakat kadınlar toplam gelirin %10’una, toplam mal varlığının ise yalnızca %1’ine sahip. Ancak modern kadın ‘’güzellik’’ etiketinden kurtulup toplumun şekilciliğini beslemekten vazgeçtiği sürece bu istatistikler gelişebilir; kadın, şekli yerine fikrine odaklandığı takdirde gerçek özgürlüğünü elde edebilir. Aksi halde modern kadının ince bilekleri güzellik ölçütlerinin prangalarına bağlı kalmaya mahkum.

Sevde Kaldıroğlu

19.03.12


[i] Ali Luke’un ‘’Celebrating Women with Curves: A Historical Perspective’’ adlı makalesinden esinlenilmiştir.

[ii] Bkz. Laura Cummings’in BBC News web sitesindeki ‘’The Diet Business: Banking on Failure’’ adlı haberi:

http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/2725943.stm

Bu ay ne okusak? Temmuz ’12

Temmuz26

Merhaba!

Yaz tatiline gireli beri internetten uzak kaldığımdan fazla yazı yayımlayamadım. Ama şimdi nihayet İstanbul’da evimdeyim. Yaz başından bu yana hem bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında Urfa’ya hem de biraz tatil yapabilmek adına Ayvalık’a gittim. Şimdi de bir yayınevinde staj yapıyorum, denebilir. Tabii ”tatil” dediğime bakmayın; her an projelerle, derslerle, okumalarla dolu ama en azından kendime de biraz olsun vakit ayırabilmeyi başardığım bir süreç bu yaz tatili benim için. Nitekim özellikle Ayvalık’ta birkaç kitap bitirebildiğim için mutluyum ve aralarında sizlere mutlaka önermek istediklerim var. Her şey bir yana, fazlasıyla yoğun geçen bir okul döneminden sonra yine doya doya okuyabilmenin keyfi sanırım paha biçilemez!

    • Pride and Prejudice (Gurur ve Ön Yargı)/Jane Austen:

Geçen ayki yazımda bitirmeye söz verdiğim kitaplardan biriydi bu. Bir aşk klasiği haline gelmiş bu kitap klişeleşmiş övgülere düşmeden nasıl anlatılır, bilemiyorum. Beğendim, çok beğendim.

İngilizce bir tez yazacağım bu kitap ile Little Women(Küçük Kadınlar)’ın karşılaştırması üzerine. Toplumun kadına bakış açısıyla ilgili olacak tezim; tam olarak hangi noktanın üzerinde duracağımı henüz netleştiremedim. Ancak Gurur ve Ön Yargı romanında bu konuda öyle çok malzeme var ki hangisine odaklanacağıma karar veremiyorum. Ama en çok da anne Bayan Bennet üzerinden yansıtılan ve Victoria dönemi İngiltere’sinde pek çok genç kızın yegane yaşam amacı haline gelmiş olan evlilik kavramı toplumsal bir takıntı ve baskı unsuru olarak işleniyor kitapta. Jane Austen bu olguya gerçekten eleştirel bir gözle mi bakıyor, yoksa içinde bulunduğu toplumun bir parçası ve yaşamın ger(ç)eklerinden biri olarak mı sunuyor bu kavramı okura; bu da üzerine düşündükçe, yazdıkça ve yeniden okudukça yanıtlamayı umduğum pek çok sorudan yalnızca biri.

Kitabın adına değinecek olursam yapıtı özetleyen, yalın ve anlamlı, ender başlıklardan olduğunu düşünüyorum. Romanı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ayrıca kitabın 2005 yapımı filmini de izlemek isteyebilirsiniz; zira kitabı okusanız da okumasanız da mutlaka izlemeniz gereken bir film. Takdire değer oyunculuk ve müziklerle zenginleştirilen sahneler en az anlatılan öykü kadar keyif verici. Romanın beyaz perdeye uyarlanması konusunda bazı yerinde değişikliklerin yanı sıra bazı eksiklikler olsa da ortaya oldukça başarılı bir çalışma çıktığını söylemeliyim.

  • La Delicatesse/David Foekinos: Fransızca bir kitap bu; hatta okuduğum ilk Fransızca kitap, diyebilirim. Türkçesinin basıldığını zannetmiyorum ama Türkçeye ”Aşkın Renkleri” diye çevrilen film versiyonu geçen aylarda vizyondaydı. Bu arada filmi oldukça başarısız bulduğumu da ekleyeyim. Nitekim kitabın gerek konusu gerek de olay akışı yönünden çarpıcı bir yanı yok; övgüye değer tek özelliği, iki bölümde bir araya sıkıştırılan komik ve ince ayrıntıların okuru gülümsetmeyi başarabilmesi. Ancak bu kitabı önermemin en önemli nedeni, Fransızca’yı benim gibi yabancı dil olarak öğrenenler için kolay bir okuma sağlaması. Örneğin ben La Delicatesse’i okurken anlamını bilmediğim yüzlerce sözcükle karşılaşmama rağmen sözlük kullanmadan anlatılanı anlayabildim. Tabii betimlemeler gibi ayrıntıları çoğu kez anlamadan okuduğumu da itiraf etmeliyim. Yine de hem Fransızca sözcük dağarcığımın gelişmesine hem de tümce yapılarıyla haşır neşir olup Fransızca metinlerin korktuğum kadar zor olmadığını fark etmeme yardımcı oldu bu kitap. ”Fransızca öğrenmeme rağmen okuyup anlamakta güçlük çekiyorum” diyenlere önerilir!
  • Waiting for the Barbarians (Barbarları Beklerken)/J.M.Coetzee:

Halen üzerine düşündüğüm, oldukça etkileyici ve can yakıcı şekilde ”gerçek” bir roman Barbarları Beklerken. İnsanoğlunun yüzyıllar boyu sürdürdüğü savaşları, eziyetleri, haksızlıkları ve en önemlisi de kayıtsızlığı üzerine bir alegori. Okurken titreten yoğunlukta betimlemelere sahip eser; okuru rahatsız edip sorgulatmak amacı taşıyan betimlemeler bunlar. Romanın, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948’ten 94’e dek sürdürülen ırkçı ayrımcı Apartheid sistemine gönderme olduğunu savunanlar da var; ancak şu yazıda da vurgulandığı gibi bunun yalnızca tek bir duruma değil, Apartheid gibi haksızlık ve eziyet üzerine kurulu insanlıkdışı -halen süren- pek çok duruma gönderme olduğunu söylemek daha doğru.

  • Yazar Olabilir miyim? Yaratıcı Yazarlık Dersleri/Semih Gümüş: Hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan ve bir gecede okuyuverdiğim Haziran basımı tazecik bir kitap bu! Adından da anlaşılabileceği gibi genç yazar adaylarına yönelik. Bu kitabı buraya sıkıştırmak yerine kitap üzerine bir yazı yazıp en kısa zamanda yayımlayacağım! Şimdilik ”mutlaka okunmalı” deyip bırakayım.
    • ”NOTOS” Dergisi 34.Sayı – Haziran – Temmuz 2012:

Geçen ay önerdiğim yazıların dışında pek çok yazarın değerli ve sorgulayıcı denemelerine rastlayacağınız ”Popüler Edebiyat Nedir, Ne Değildir?” dosyasını incelemenizi tavsiye ederim.

Yazı bol bol okuyarak ve kendinize zaman ayırarak geçirmeniz dileğiyle…

İyi okumalar!

26.07.12

Yeri: Bu ay ne okusak?, Edebiyat | Bu ay ne okusak? Temmuz ’12 için yorumlar kapalı
« Older EntriesNewer Entries »