Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

“Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik

Haziran21

(Bu eleştiri yazısı Orhan Pamuk’a ait Sessiz Ev ve Ferit Edgü’ye ait O / Hakkari’de Bir Mevsim romanlarındaki olay örgüsüne dair ipuçları ve önemli bilgiler içermektedir. Romanları okumadıysanız ve olay örgüsündeki bu kilit noktaları öğrenmek istemiyorsanız lütfen bu yazıyı okumayınız.)

Yazınsal roman, bilgi vermeye çalışmaz çoğu zaman. Belli bir somut gerçeklikle—belli bir zaman, uzam ya da olayla—sınırlı değildir roman; yazar, çoğu kez somut ve belirli örnekleri, uzamları ve dönemleri kullanarak evrensel ve soyut iletiler sunmayı amaçlar ve insanın ve yaşamın doğasına ilişkin—romanın ele aldığı karakterlerin ötesinde—incelemeler yaparak roman aracılığıyla bulgularını okurla paylaşır. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim”de, Orhan Pamuk’un da “Sessiz Ev”de yapmaya çalıştığı, tam anlamıyla budur aslında. Her iki yazar da somut örnekler kullanarak çok daha derin, soyut ve evrensel sorunsalları—yabancılaşma, iletişimsizlik ve kimlik bunalımı gibi insanın derin çıkmazlarını—irdeler. Okurun, “Sessiz Ev”i ya da “O”yu okurken metinde kendinden bir şeyler bulması, bu romanların okurun gerçek hayatıyla somut olarak benzeşmesinden çok, okurun yaşamında gözlemlediği ve belki de deneyimlediği sorunlara ve çıkmazlara değinmelerinden, hatta çoğu kez okurun sözcüklerle ifade etmekte zorlanacağı noktaları büyük bir dil ustalığı ve özgün anlatım teknikleriyle işlemelerindendir.

“Hakkari’de Bir Mevsim”in uzamı, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, Hakkari’dir. Denizci olduğunu ve bir kazadan sonra Hakkari’de karlı bir dağın yamacına vurduğunu iddia eden anlatıcı, aslında kazadan öncesini anımsamamaktadır. Henüz romanın başından, okuru düş ile gerçek belirsizliğiyle karşı karşıya bırakan Edgü’nün vermeye çalıştığı ileti bellidir: “O”da, kurguyu ve olay akışını somut temellere oturtmak için kullanılan gerçek ve elle tutulur unsurlar birer araçtır ve roman, somut bütünlüğü dışında, değindiği insancıl çıkmazlar ışığında ele alınmalı,  bu şekilde yorumlanmalıdır.

“O”yu, Türkiye’deki Doğu ve Batı ayrımına ve bu iki taraf arasındaki uçuruma atıfta bulunan bir roman olarak yorumlayanlar vardır; ancak “O”nun amacı ve sınırları bu sorunsaldan çok daha geniş ve evrenseldir. İlk belirtilen yargıya inananlar romanı şöyle yorumlayabilir: “O”, Hakkari’ye atanmış, İstanbullu yeni mezun bir öğretmenin bu Doğu ilinde Kürtçe konuşan öğrencilerle iletişim kuramamasını ve Doğu illerindeki gelenek ve göreneklerle sert hava koşullarına ve yaşam şartlarına uyum sağlayamamasını konu alır. Tabii bu yorumun, öğretmenin sürgün edildiğini iddia eden çeşitlemeleri de vardır. Ancak “O”, bazen kurguya elle tutulur bir boyut kazandırmak için sunulan somut gerçekliklerden ve bazen de bu gerçekliklere okur tarafından eklemlenen varsayımlardan olabildiğince uzak durularak değerlendirilmelidir. Öncelikle roman kahramanının, bilmediği bir şehre düşüp o şehrin ve kültürün acımasız ve katı gerçeklerine karşı verdiği mücadele yukarıda belirtilen gerçeklikler ve varsayımlarla sınırlanamaz. Başkahraman “O”, bir anlamda “bilinmeyen”le karşılaşan insanın bunun karşısında gösterdiği ya da gösteremediği direnci, yaşadığı çaresizliği ve yabancılaşmayı temsil eder. Anlatıcının sürekli düş ile gerçeklik arasında gidip gelmesi, aslında karşılaştığı gerçeklikleri idrak edemeyip kabullenememesinin ve bunun sonucunda düşlere sığınmasının bir sonucudur. Hakkari’deki okulda ders verirken “O”nun dışarı çıkıp karlara uzanması ve bilinç akışı şeklinde aklından hızla geçen düşüncelerde küçük bir kız çocuğuyla beraber olduğunu düşünüp onu cinsel anlamda arzulaması düş ve gerçek karşıtlığının çarpıcı bir örneğidir. Bu örneği somut anlamda ele alıp anlatıcıyı “ahlaksız” olarak niteleyenler olacaktır mutlaka. Ancak Doğu illerinde “töre” adı altında kız çocuklarının evlendirilmesinin mi, yoksa anlatıcının zihninden aktarılan bu kesitin mi “ahlaksız” olduğu tartışılır. Nitekim kız çocuklarının evlendirilmesi gibi çirkin ve akıl almaz bir gerçeklikle karşı karşıya kalan anlatıcı, bu gerçek dışı “gerçeklik” ile en az o kadar gerçek dışı olan “düşleri” arasında sıkışıp kalır. Yazarın bu noktada roman kahramanının bilinçaltını ve düşlemini kullanmasının amacı, bu akıl almaz Doğu gerçeğini eleştirmek, hatta çarpıcı bir biçemle sunarak okurun da eleştirmesini sağlamaktır.

Benzer şekilde “Sessiz Ev” de somut bir uzamda—İstanbul yakınlarındaki hayali bir kasaba olan Cennethisar’da—geçmektedir. Ancak “Sessiz Ev”i “O”dan daha somut yapan gerçeklikler vardır. “O”daki belirsiz zaman kavramına karşılık “Sessiz Ev”in geçtiği zaman bellidir: 1980 yazı, Ağustos ayı. Orhan Pamuk’un, böyle bir zaman ve uzamı gelişigüzel seçmediği açıktır. Nitekim sağ-sol çatışmasının doruğa ulaştığı 1980 yazında geçen roman, bu çatışmaya ilişkin unsurlar barındırır içinde. Fakat tıpkı “O”da olduğu gibi, yazar “Sessiz Ev”de böyle bir tarihi gerçekliği insanın doğasına ilişkin evrensel gerçeklikleri ortaya çıkarmak ve irdelemek için araç olarak kullanır. Sürekli bir eziklik duyan Hasan’ın ülkücü grubuna katılması, yaşadığı kimlik bunalımını ve eksikliğini duyduğu aidiyet hissini bastırma çabasındandır aslında. Aynı şekilde Nilgün’ün “Cumhuriyet” okuyup sol kesimin düşüncelerini takip etmesi, kimliğini yeni yeni oluşturan bir gencin okuyup araştırarak güncel ve önemli konularda bir görüş ve belli bir duruş edinme isteğidir bir anlamda. Romanın sonunda ülkücü Hasan’ın hoşlandığı kızı—solcu Nilgün’ü—döverek öldürmesi ise yazarın sağ-sol çatışmasında belli bir tarafı desteklediğini göstermekten çok uzak bir durumdur. Tersine, Pamuk bu örnekle, insanın belli bir düşünceye körü körüne bağlı olmasının onun insani ve ahlaki değerlerini nasıl yozlaştırabileceğini ve onu sevdiği kişiye karşı nasıl bu denli kör ve acımasız edebileceğini göstermiştir. Pamuk’un bu noktada eleştirdiği durum, hem sağ-sol çatışmasının insanları ahlaki olarak yozlaştırması hem de—daha evrensel bir boyutta—birtakım düşünce akımlarına veya topluluklara kapılıp bir yerlere ait olmak pahasına sürü psikolojisiyle çoğunluğa uyum sağlayan bireyin kendine ve çevresindekilere yabancılaşmasıdır. Bu anlamda Pamuk’un toplumsal eleştirisinin, yalnızca 1980’deki Türk toplumuyla veya işlenen tarihi dönemle sınırlı kalmadığı ve insan doğasının eğilimli olduğu bu tür uç noktalara yönelik olduğu söylenebilir.

Her iki romanda da ele alınan ve somut unsurlarla sunulan bir başka sorunsal iletişimsizliktir. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim” romanında, öğretmen “O”, köy okulunda öğrencilerine bir şeyler öğretmeye çalışır. Ancak çok büyük bir sorun vardır ki o da “O” ile çocukların farklı diller konuşmasıdır. Bu noktada, önceki örneklerde bahsedilen “saf” okur, durumu somut bir çerçevede ele alıp güncel bir bağlamda inceleyerek romanın Türkçe-Kürtçe dil çatışmasına ve dil ikiliğinin eğitimi zorlaştırıp engellediğine gönderme yaptığını söyleyebilir. Ancak “O”, bu tür politik tartışmalardan ve tek ve somut açıklamalardan kaçınarak daha insancıl ve kapsamlı bir zeminde ele alır bu durumu. Edgü’nün romanın bu bölümünde eleştirdiği, ne Türkçedir ne Kürtçe; yalnızca tüm çıplaklığı ve yalınlığıyla insanlar arasındaki iletişim kopukluğudur. Çocuklar farklı gelenekleri, kültürleri, yaşam biçimleri ve farklı dilleriyle başkahramanın karşısında kocaman bir “bilinmeyen” olarak dururlar ve roman, “O”nun bu “bilinmeyen”i nasıl çözdüğünün ve nasıl zamanla içselleştirdiğinin öyküsüdür aslında. “O”, “bilinmeyen” karşısında kaderci bir bakış açısı takınıp vazgeçen değil, direnen ve yabancılaşmayla mücadele eden bir bireyi temsil eder; Edgü’nün de yabancılaşmaya karşı sonuna dek savunduğu tutum, işte bu mücadeleci tavırdır.

“Sessiz Ev”de işlenen iletişimsizlik teması “O”dakinden biraz farklıdır; çünkü “Sessiz Ev”deki karakterler, “O”dakinin tersine ortak bir dili paylaşır, ancak yine de—birbirlerini anlamaya çalışmadıklarından—birbirleriyle iletişim kurmayı beceremezler. Bu konuda verilebilecek belki de en iyi örnek, Selahattin Bey ile Fatma Hanım’ın evliliklerindeki iletişim kopukluğudur. Bilimi savunan ve adeta jakobenist bir tutumla kendi doğrularını eşine kabul ettirmeye çalışan Selahattin Bey, Fatma Hanım’ın aileden gelen ahlaki ve dini değerlerine, geleneksel davranışlarına saygı duymaz; bunun da ötesinde, onları anlamaya bile çalışmaz. Aynı şekilde tutucu bir bakış açısı takınan Fatma Hanım körü körüne bağlı kaldığı tek yönlü doğrulardan kafasını kaldırıp Selahattin Bey’in söylediklerine kulak vermez. İki tarafın da uzlaşmaya yanaşmadığı bu evlilikte iletişim kopukluğu Fatma Hanım’ın daima susup her şeyi—eşine olan öfkesini ve tepkilerini—içine atmasıyla, Selahattin Bey’in ise celallenip fikirlerini zorba bir tavırla durmaksızın anlatmasıyla gitgide derinleşerek devam eder. Öyle ki, Selahattin Bey öldükten sonra dahi Fatma Hanım’ın onunla kavgası bitmemiştir. Fatma Hanım sürekli düşüncelerinde Selahattin Bey’in sözlerini yineler ve yine doğruluğunu tartışmaya yanaşmaksızın onları kendi katı doğrularıyla çarpıştırarak bitmeyen öfkesini perçinler. Orhan Pamuk’un Selahattin Bey ve Fatma Hanım karakterleriyle sunduğu iletişimsizlik ve adeta iletişime ve uzlaşmaya karşı direniş gösterme tavrı, şüphesiz yalnızca bu hayali aileyle ya da genel anlamda evliliklerle sınırlı değildir. Pamuk’un işaret ettiği iletişimsizlik, hem Doğu ile Batı arasındaki iletişim kopukluğu ve uzlaşma eksikliğidir, hem de genel anlamda kendi doğrularına tutucu bir tavırla sarılan ve empati, saygı, anlayış gibi yetkinliklerden yoksun bireylerin arasında oluşan iletişimsizliktir.

Ferit Edgü ve Orhan Pamuk, sırasıyla “O / Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Sessiz Ev” romanlarında somut karakterler, olaylar, uzamlar ve hatta tarihi olaylar kullanarak insan doğasının eğilimli olduğu iletişimsizlik, yabancılaşma ve kimlik bunalımı gibi temel sorunsalları ele almışlar ve bunlara değin eleştirilerini dile getirmişlerdir. Edgü’nün ve Pamuk’un romanlarından da görülebileceği gibi, bir romanın, sunduğu sözde “gerçeklikleri” ve somut örnekleri görünen sınırlar içinde yansıtmayı değil, sınırların ötesinde evrensel boyuttaki sorunları ve çıkmazları irdelemeyi amaçladığı söylenebilir. Bu anlamda roman, küçük bir yapboz parçasını anlatarak aslında büyük resme ilişkin incelemeler yapmakta ve “Sessiz Ev” ve “O” örneklerinde olduğu gibi doğru bir biçem ve yazınsal bir ustalıkla yazıldığında bunu başarmaktadır.

12.03.13

Yeri: Deneme, Edebiyat, Eleştiri | “Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik için yorumlar kapalı

Bir Yazı Serüveni

Haziran14

Sevde'nin Günlüğü

“Ben herhangi bir yorum yapacak değilim. Ama yazabilirim. Korkularımı, kaygılarımı, düşlerimi, düşüşlerimi yazdığım gibi bu eylemi de yazabilirim. Çünkü yazmak da bir eylemdir.”

Ferit Edgü dile getiriyor bu sözleri, 1995 yılında yayımladığı “Yazmak Eylemi” adlı kitabında. Önemli bir noktaya parmak basıyor Edgü. Öyle ya, yazmak da bir eylemdir. Hem de en az, sokaklara dökülüp yürüyüşlere, “eylem”lere katılmak kadar güçlü ve etkilidir. Belki taş yollara şiddetle basan topuklar kadar sert değildir kalemin kağıda savurduğu darbeler ya da klavyenin tuşlarına vuran parmaklar; ancak daha sessiz, fakat sağlam adımlarla yürür yazı. Kalemin tükürdüğü mırıltılar, dudağın fırlattığı çığlıklardan daha çok duyulur bazen. Sessiz bir gürültüdür adeta, kalemin ürettiği; gerektiğinde kulak tırmalamayı bilir. Kalem oynar, yazı devinir, gelişir, geliştirir. Nitekim devinim, eylem demektir. Şayet yazmak bir eylem olmasa, binlerce yazar ne diye yüzyıllar boyunca dirsek çürütmüştür onun uğruna? İnsanlar devinimsizce “korkuyu”, “barbarları” ya da “Godot”yu beklerken nice Beckett’ler, Coetzee’ler, Atay’lar eyleme geçip yazmamış mıdır olan bitenin anlamsızlığını? Öyleyse eylemi, uzuvların devinimiyle; etkiyi ise somut bir değişimle sınırlamak doğru değildir. Bir şeyler yazılmalı, kalem daima dillendirmeli zihnin ürettiklerini.

Belki biri okur, belki biri düşünür, belki biri uyanır: Yazarın tek tesellisi bu.

İşte bu amaçla, bu teselliyle yola çıktım ben ve 14 yaşında lise yaşamımın başında açtım blogumu, diğer bir deyişle—benim tercih ettiğim tabirle—”edebi günlüğümü”. “Yazmayı seviyorum” dedim yalnızca ve Sevde’nin Günlüğü doğdu tam 1 Şubat 2010’da. Yazacaktım, bir şeyleri değiştirmek, geliştirmek için –en başta da kendimi. Öyle bir yolculuk oldu ki o günden bu yana, yıllardan beri—2.sınıfın son gününden önceki akşam oturup öğretmenime “Karşıma baksam karşımdasın/ Arkama dönsem arkamdasın/ Sensin bana öğreten/ Benim sevgili öğretmenim” dizelerini yazdığımdan beri—aslında yanıbaşımda duran biricik yoldaşımı tam anlamıyla fark ettim: o sadık, güçlü, candan kalemimi. Düşünüyorum da o hep benimleydi aslında; onu, herkesten farklı bir biçimde orta ile yüzük parmağımın arasında yamuk yumuk da olsa tutmayı başardığımdan beri daima hüzünlerimi de sevinçlerimi de benimle birlikte göğüsledi. Onunla birlikte ortaya çıkardıklarımız büyük yazarlarınkilerle boy ölçüşemezdi belki; ama daima Karacaoğlan’ın tutkusuyla, Jane Austen’in kararlılığıyla, Shakespeare’in şiirselliğiyle—henüz bu yazarları ve ozanları tanımadan ama onların kalem aşkını paylaşarak—kalemime gitgide daha da sarılarak yazdım, yazdım, yazdım. Üç okudum, bir yazdım; bir yazdım, üç okudum; kendimi—çığlıklarımı, gülüşlerimi, düşüncelerimi, düşlerimi, düşüşlerimi—kısacası maddi ve manevi varoluşumu kalemimin bazen yumuşak bazen sivri ucundan yazdım ve okudum, okudum, okudum.

Anneme yazdığım aşk şiirlerini; hayali kahramanım Kedi Şirin’in macera öykülerini; yalnızca birkaç ay yaşayan lalem Yıldız’a bestelediğim şarkıyı; abim üniversite için yurtdışına giderken “Artık ne başın var dizlerimde/ Ne saçların ellerimde” sözleriyle tamamladığım şiiri; tüm bunları okurken öz yaşam öykümü okur gibi oluyorum; çünkü biliyorum ki kalemim tüm çocuksuluklarımı, yanlışlarımı, doğrularımı, “ne yanlış ne doğru”larımı bilincimin beceremeyeceği bir doğallık ve dobralıkla yansıtmayı başarıyor; çünkü biliyorum ki kalemim ve kalemimin ruhunu oluşturan imgelemim hep benden bir adım önde—daha olgun ama daha uçuk ve—kuşkusuz—daha cüretkar…

İşte şimdi bloguma dönüp baktığımda, çocukluk yazılarımdan beslenen bir kalem ve onun üç yıllık gelişim sürecini gözlemleyebiliyorum.İlk yazıma bakıp kullandığım dilden biçemime dek her şeyi acımasızca eleştiriyor, bir önceki yazdığımı daima amatör buluyor ve her “bir sonraki” yazımda kalemimi daha da büyümüş görüp onunla gurur duyuyorum. Hakkımda sayfasını ne çok kez değiştirdiğime bakıp gülüyor, ismim ve doğum tarihim dışında her bir sözcüğün illaki değiştiğini görüp şaşkınlığa uğruyorum: “Hakkımda”ki her şey değişirken bir benlik oluşturuvermişim kendime, ne garip… Sonra blogumun istatistiklerine bakıyorum: Kaç kişi girmiş, hangi sayfalar beğenilmiş, her bir okur hangi sayfaya bakarken kaç saniye geçirmiş… Hepsini takıntılı bir özenle tek tek inceliyor, bu nesnel verilerden elde ettiğim öznel çıkarımlarımla kendimi ve kalemimi ilerletmek adına çabalıyorum ve yazıyorum ve sonra bir daha yazıyorum—kalemim de ruhum da doyana dek (hoş, hiç doyacak mıyız, doymalı mıyız ki?).

Ardından yorumları okuyorum; takdirler, teşekkürler, tebrikler… Okurlarıma minnet duyuyorum, yalnızca okudukları, okumaya zaman ayırdıkları için. Beğeniyle karşılaşınca hem yüzüm kızarıyor hem de kalemim seviniyor, hevesleniyor. Ama sonra düş kırıklığı yaşıyorum; tek bir olumsuz yorum bile yok. Neden? Her okurun beğendiğini göstermekten çok uzak bir durum bu; tersine, beğenmeyen okurun olumsuz eleştiri yapmaya teşebbüs etmemesi üzüyor beni. Beğeni ve takdir iyidir, hoştur, kalemi heveslendirir; ama olumsuz ve yapıcı eleştiri onu hırslandırır, kısa vadede üzse de uzun vadede kalemi de yazıyı da daima ileriye götürür. Şöyle bir dönüp baktığımda geçmişten bu yana kalemimin dönüm noktalarını, aldığım yapıcı olumsuz eleştirilerin belirlediğini; ilk başta düş kırıklığı yaratan ancak ardında mantıklı bir neden gördüğüm bu yorumların kalemimi bugünkü noktaya getirebilmemdeki en kayda değer etkenlerden olduğunu görebiliyorum. Tabii bu noktada yapıcı sözcüğünü vurgulamak istiyorum; çünkü kalemi ileriye götürme amacından çok uzak duran ve yıkıcı olarak nitelenebilecek yorumları bu ulama dahil etmediğimi söylemeliyim. Nitekim, kanımca nitelikli okur, bir yazıya en az nitelikli yazar kadar bir şeyler katar, katmalıdır da ve tabii bu katkının başını da olumlu ve olumsuz eleştiri çeker. Sanırım bu noktada, okur ve dahası, nitelikli okur arayışında sevgili Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya öyküsünün sonunda söylediği sözü yinelemek gerek:

 “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

 Sevde Kaldıroğlu

28.01.13

Düğüm

Mayıs22

Hani
Göbek bağı düğümlenir ya
Yeryüzüne inen meleğin,
Sözcükler de
Ses telleri gibi
Öyle düğümlenir bazen.
Sözcükler ıslanır
Dudaklar kurur,
Kızarır, kırılır
Suya düşen cemre gibi
Halka halka büyür yüreğin
Su bile kaldıramaz
Ağırlaşır
Çöker yerkürenin derinliklerine.

Hani bazen
İlmek ilmek sökülür ya
Yaşam da
Delinen yün çorap gibi
Örülen bir avuç nefes
Ve düğümlenen sözcükler
Bir anda dümdüz ipe döner ya
Hani bir çuval ömür
Bir solukta biter ya
Öyle sökülür bu örgü
Bu düğüm

Dize dize yaşamadıkça
Gerisi söz ve nefes israfı

Sevde Kaldıroğlu
24 Şubat 2013
22.27
İstanbul

Zeytin Dalı

Nisan16

Öykü

Tabağın pembe kenarlarını özenle inceliyorum. Parlak bir boyayla boyanmış, ama pek kaliteli olmadığı belli. Zira kenarındaki beyaz girinti, ufak bir çarpmayla meydana gelmişe benziyor. Çatalımla erişte parçalarını—tabağın porselen yüzüne vura vura, pürüzsüz yüzeyi gıcırdata gıcırdata—avlamaya çalışırken yavaş yavaş tabağın ortasındaki resmi fark etmeye başlıyorum. Önce bir siyahlık görünüyor, sonra siyah yuvarlaklar. Bir zeytin dalı; üstelik yaprakları da var. Ben erişteleri yakaladıkça daha da beliriyor resim: İşte siyah zeytinlerle bezenmiş, birkaç yapraklı bir dal. Ağacından koparılmış, belli. Tek kalmış; kala kala bir avuç kalmış. O da gördü mü acaba? Tabağa ablak ablak bakındığımı gördüyse kesin içinden alay etmiştir benimle. ‘’Ne aptalca!’’ demiştir, o gün dediği gibi.

Tabaktan gözlerimi kaldırmıyorum, ama yalnızca kaydırıyorum, ona doğru, onun tabağına doğru. Yeşil onun tabağı; benimkinden farklı. Epey farklı hem de. Onun tabağının kırığı yok en başta. Ortasında ne desen olduğunu ise göremiyorum; tabağın ortasındaki bir avuç erişteye dokunmamış bile çünkü. Çatalıyla oynuyor. Elleri tedirgin—ya da uyduruyor muyum? İştahı mı yok acaba? Geçende de yoktu; hastaydı o zaman, epey üşütmüştü. Şimdi… Şimdi de hasta mı? Yüzüne baksam? Bakamam! Gözlerine değemem, tıpkı günlerdir ellerine değemediğim gibi. Göze alamam bunu; göz bebeklerine dalıp yitik umutlar hayal etmeyi ya da gözünün akında dal dal ayrılan kırmızı kılcal damarların her birinde başka bir anlam aramayı.

Ufak bir gürültü: Çatalı yere düşmüş. Göremedim; çatalı tuttuğu elini yanağıyla aynı hizada tutmuş olmalı, her zamanki gibi, dirseği de masanın üstündeydi muhtemelen, çatalı düşürmeden önce. Bir eliyle masayı kavrayıp eğiliyor yere. Bir süre yerinde kıpraştığını görüyorum, sonra masanın altından tıslarcasına bir ses geliyor: Bir altıncı sınıf çocuğunun saatte on beş kez söyleyebileceği türden, ancak on iki yaşlık bir ömrün kaldırabileceğinden çok daha büyük bir yorgunluk ve tükenmişlikle, bir küfür fırlatıyor. Donup kalıyorum; küfretmez ki o! En son vapurla Ada’ya geçerken fırtınada kaldığımızda bir küfür kaçıvermişti ağzından (yaramaz bir çocuk gibi fırlamıştı dudaklarının arasından; fırlamıştı, fırlatılmamıştı). Tabii bir de yüreğime yeni yeni değdiği zamanlardı, bundan haberi yoktu henüz. Tepegözün kumandasını binbir parçaya ayırıp tamir edeceğini iddia etmişti. Sonra da beceremeyince ve rezil olacağını anlayınca söyleyivermişti: Ha…! Küfürbazın teki sanmıştım onu, ne kaprisliydim o zamanlar. Şimdi, şimdi değiştim mi?

Halen aranıyor, çatal çok uzağına düşmüş olmalı; hoş, yakınına düşse de ne yazar, ben iki tabak, bir tuzluk ötesindeyken ona bu kadar uzak düşüyorsam… Göz ucuyla sandalyemin sol tarafına bakıyorum; bu tarafa, benim sandalyemin ayağına düşmüş çatal. Erişmek için çırpınıyor; tereddüt ediyorum bir an: Uzatsam mı? Ben ona erişmek için çırpınırken o bana uzandı mı? Ne komik sorular; ne zaman karşılık bekler olduk? Karşılıksız demedik mi; karşılıksız ve beklentisiz, yalnızca sevmek adına sevmek, yalnızca sen ‘’sen’’sin, ben de ‘’ben’’im diye sevmek?

Sandalyemin ayağına eğilip alıyorum çatalı. Döşemenin üstünde aranan el birden duruyor, olduğu yere sabitleniveriyor. Eline bakıyorum. Ellere bakmak, yüze bakmak kadar acıtmaz çoğu zaman. Eller ketumdur; ağlamaz, gülmezler; konuşmaz, susmazlar. Mimikleri yoktur ellerin, ya da akıtmayı (acıtmayı) düşündükleri duygular, anılar. Yüzük parmağındaki şişliği fark ediyorum: ilk konuşmamıza vesile olan küçücük ayrıntı. Kalemi sımsıkı tutuyordu, yüzük ile orta parmağının arasında. Benim gibi, kalemi bu denli garip tutanına, üstelik yalnız parmaklarıyla değil, tüm eliyle kucaklayanına ilk kez denk gelmiştim. O, karakalemi yüzük parmağına dayadıkça o küçük şişlik parmağında yer ediyor, ona doğum lekesi gibi ayırt edici bir özellik, kalem aşkından bir parça iz bırakıyordu.

Sonra parmağın köküne kayıyor gözüm. Orayı gümüş bir çemberin sarmaladığı günler geliyor gözümün önüne; şu çelik çatalın yüzeyinden parlayan ışığın hem o yüzükten hem de o siyah gözlerden ışıdığı parlak ve aydınlık günler… Çelik çatal kararır mı, ya gümüş yüzük? Sahteyse kararır. Peki ya aşk? O neden karardı, o da mı sahte?

Çatalı uzatıyorum. Tedirgin el tutuyor onu. Eli elime değmiyor, ellerimiz yanlışlıkla üst üste gelmiyor; o romantik aşk filmlerinin vaat ettiği hiçbir şey, ‘’hiçbir’’ tesadüf gerçekleşmiyor. Yalnızca, çatalın metal dokusundan daha keskin, daha sert bir soğuklukla çekiyor elini ve doğruluyor. Boğazım düğümleniyor. Ben de doğruluyorum. Gözlerim yanıyor. Olmaz! Tut kendini. Şimdi sırası değil, Sulugöz, şimdi hiç sırası değil. Kas kendini, iliklerine kadar; yüz kaslarını sık, ‘’Poker surat’’, unuttun mu? Sen yeter ki, yeter ki ne hissettiğini belli etme, yeter ki ‘’zayıf’’ görünme, olur mu? Peki ya kasamazsam? Kasamazsan, kaç!

Titrek ellerle tutuyorum zeytin dallı tabağımı. O, ayağa kalkıp yere düşen çatalını mutfağa götürüyor. Tabağı kavrayan parmaklarımı daha da sıkıyor, bekliyorum. Siyah zeytinlerin üstünde eriştenin yağı parlıyor, birkaç erişte parçası tabağın duvarlarına yapışmış. Tabağın zayıf bünyesinden güç almak istercesine daha sıkı, daha sıkı tutunuyorum. Düz duvarı tırmalarcasına, boşuna, sıkıyorum tabağı; tabak kırılmıyor, ortadaki zeytin dalında ise en ufak bir çatlak yok. Bizim zeytin dalımız çoktan bin parça oldu, zeytinler de bu erişte parçaları gibi dört bir yana dağıldı: Bu niye halen duruyor, niye benimle alay edercesine yağlı yüzeyin altından sırıtıyor?

Sandalyeyi çekip oturuyor ve yeni çatalını çirkin bir vurdumduymazlıkla bırakıveriyor masanın ahşap yüzeyine. Alaycı tabağımı kaldırıp ayağa fırlıyorum. Tırnaklarım çığlıklarla, haykırışlarla tırmalıyor tabağı. Ellerim titriyor; çok fena, zangır zangır titriyor. Ve zeytin dalı kayıp düşüyor elimden.

‘’Ha…!’’

İlk defa—belki günlerdir ilk defa—yüzüme bakıyor: çatalı tutan eli havada donmuş, ağzı yarı açık, gözleri şaşkın. Onu şaşırtan, ne titreyen ellerim ne de düşen tabak; yalnızca birkaç saniye önce ağzımdan öfkeyle fırlayan iki parça sözcük, tabağın düşmesine değil ama, o çirkin, alaycı zeytin dalının halen kırılmamasına, tek parça halinde yattığı yerden bana sırıtmasına tepki olarak fırlattığım iki kanatlı küfür.

Gözlerine bakıyorum, bu kez korkusuzca. Ellerim de titremiyor artık. O iki sözcük dudaklarımı yırtıp fırlarken boğazımdaki düğümü de bedenimin her yanını buran tüm düğümlerle birlikte koparmış, parçalamış sanki. Gözlerini kaçırmıyor, az sonra şaşkınlık terk ediyor yüzünü ve yerini yeni bir ifade alıyor; çok eskilerden bir şeyi anımsarcasına hatırladığım, iç ısıtan, içten bir ifade. Ve o sıcak bakışın ardında belki de yalnızca—onu çok iyi tanıyan birinin—benim fark edebileceğim bir ifade yatıyor: dudağının kenarının neredeyse 22,5 derece kıvrılmasını sağlayan, çok inceden muzip bir sırıtış. Benim de dudaklarımın kıvrıldığını hissediyorum, çömelip yere düşen tabağı elime alıyorum. Ve sonra göz ucuyla, çatalımı bana uzatan eli görüyorum.

Ah be zeytin dalı, sırıttın, sırıttın da, yine kırılmadın!

Sevde Kaldıroğlu
6 Şubat 2013
İstanbul

Gereği düşünüldü!

Mart26

Gereği düşünüldü.
Ne çirkin, ne aşağılık bir söz kalabalığı!
Kim düşündü?
Gereğini nerden bildi de düşündü,
değil mi?

Yeri: Edebiyat, Şiir | Gereği düşünüldü! için yorumlar kapalı

Mekanik

Şubat7

Mekanik.
Belki de yaşam bu
Böylesine çirkin
Böylesine yapay
Ve eğreti.
Mek–
an–
ik.
Heceler değil sözcüğü kirleten,
Egzoz dumanları,
Fabrika bacaları.
Mekanik.
Söylemesi bile çirkin!
Ünlüler kavga ediyor sanki
E, A’ya düşman;
A, İ’ye dargın.
Ünlü uyumunun ne büyüğü var
ne küçüğü.
Yazıyorum:
Mekanik.
Ucum kırıldı;
Yazım, sözüm, dilim…
(Girmediği delik yok ki!)
Mekanik.

Sevde Kaldıroğlu
Kasım 2012 – 19 Ocak 2013

Yeri: Edebiyat, Şiir | Mekanik için yorumlar kapalı

Düşünülesi Birkaç Soru

Ocak7

Doğal afetlere neden çoğunlukla kadın ismi konur? Katrina Kasırgası, Sandy Fırtınası ve Victoria Tayfunu bunlardan yalnızca birkaçı. Merak etmeyin, bu sorudan yola çıkıp konuyu feminizme bağlayacak değilim. Öyle ‘’Cinsiyet ayrımı bu!’’ diye celallenip ‘’kadın hakları’’ nutuklarına da başlamayacağım: zira kulaktan dolma bilgilere ve önemsiz ayrıntılara anlamlar yükleyerek; bir de orda burda, Twitter’da, Facebook’ta kadın-erkek eşitliğinden çok kadının mükemmelliğini, erkeğin ‘’öküzlüğünü’’ vurgulayan iletiler yazarak ne feminist olunacağını ne de kadın hakları yolunda bir gıdım ilerlenebileceğini düşünmüyorum.

Nitekim konumuza dönersek; ABD’deki Ulusal Okyanussal ve Atmosferik (Olaylar) İdaresi’ne (NOAA) göre yüzyıllardır fırtınalara azizlerin ismi veriliyormuş, ancak kadın ismi verme geleneği tam anlamıyla 1953 yılında başlamış ve gelen tepkiler sonucu 1978 yılında bu geleneğe erkek isimleri de dahil edilmiş.[1] Günümüzde ise Dünya Meteoroloji Örgütü isimlendirme işlemi için her harften kadın-erkek isimlerinin bir arada bulunduğu altı tane liste kullanıyor.[2] Dolayısıyla, çok fazla adını duymadığımız ancak 2012’de Atlantik Okyanusu’nda yaşanan Tony Fırtınası ve Michael Kasırgası gibi örnekler de göz önüne alınırsa en azından son 34 yıl için başta belirttiğim sorunun geçerli olduğunu söylemek pek de olanaklı değil.

Yine de 1953 ile 1978 yılları arasındaki süreci temel alırsak belki somut verileri bir kenara bırakıp neden bu dönem boyunca doğal afetlere yalnızca kadın isimlerinin verildiği üzerine kafa yorabiliriz. Bu soruyu, başta alakasız görünen ancak ilintili olduğunu düşündüğüm başka bir soruya bağlamak istiyorum: Neden şairlerimiz genellikle erkek? Bunu diğerinden çok daha uzun bir zamandır düşündüğümü söylemeliyim. Yüzyıllardır süregelen Türk kültürünü göz önüne alırsak çoğunlukla ‘’duygunun’’ kadına, ‘’mantığın’’ ise erkeğe yakıştırıldığı kanısına varabiliriz. Kadın ağlar, güler, sever; üzüntüsünü de sevincini de kaprisini de bağıra bağıra anlatır. Oysaki erkek güçlüdür, ketumdur; duygularını belli etmez, ağlamaz o, çok da gülmez, çünkü erkektir o, ‘’adam’’dır. Ataerkil toplum yapısına bir de bu gözle bakmak gerek sanırım; yalnızca kadını geriye atan değil, erkeği güç simgesi haline getirerek onun duygu dünyasını bastıran, yok sayan bir kültür. Erkek de aşkını, sevgisini, acısını bir tek kağıda yansıtabilmiş belki de; kalemine anlatmış toplumun ‘’zayıflık’’ olarak nitelediği duygularını. İşte belki de bu yüzden kadının dili, erkeğin ise kalemi konuşmuş yüzyıllardır. Tabii buna karşıt bir sav olarak da geçmişten bu yana sözü pek geçmeyen kadına susmanın öğretildiği de savunulabilir; öyleyse kadın neden kalemine sarılmamış, o da ayrı bir tartışma konusu.

Erkek şairlerin çoğunlukta olmasının doğal afetlere kadın ismi verilmesiyle ilgisi ise şöyle kanımca: Bugüne dek okuduğum ve teması bir şekilde aşk ile ilintili olan şiirlerin neredeyse tümünde hep bir erkeğin bir kadına seslenişi vardı. Şiirlerde terk edilen ya da hiçbir zaman sevdiğine kavuşamamış olan erkek, aşık olduğu kadını büyüleyici güzellikte, gizemli ve ulaşılmaz bir varlık gibi tanıtır; onu öylesine yüceltir ki kadın sıradan bir birey olmaktan çıkar ve tanrıçalaşır. Bazen ismi vardır bu kadının, Attila İlhan’ın şiirlerindeki Belma Sebil olur, Inge Bruckhart[3] olur mesela; bazense adı sanı yoktur, yalnızca ‘’sevgili’’dir. Ancak aşk acısıyla yakıp yıkar şairin yüreğini; kadının varlığı nasıldır bilinmez ama yokluğu güçlüdür, yerle bir eder erkeğin dünyasını ve ardına bakmadan ansızın çekip gider kadın. İşte felaketlere niçin kadın ismi verildiğini düşünürken bunlar geçti zihnimden; öylesine güçlü, yaşamları alt üst eden kasırgaları isimlendirirken belki de ilk olarak şiirlerde tanrıçalaştırılan kadın gelmiştir akla. Erkeklerin yüreklerini yakan nice Katrina’lar, Sandy’ler, Victoria’lar vardır, kim bilir…

Sevde Kaldıroğlu

06.01.13


[3] Bkz. Attila İlhan’ın ‘’Ben Sana Mecburum’’ adlı şiir kitabı

Yeri: Deneme, Edebiyat | Düşünülesi Birkaç Soru için yorumlar kapalı
« Older EntriesNewer Entries »