Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Gece lambası

Ocak22

Kırmızı bir musibet dönüp duruyor baş ucumda.

Yeri: Edebiyat, Şiir | Gece lambası için yorumlar kapalı

İki Kişilik

Ocak19

‘Pardon, iki kişilik yer ayırtmıştım da’

Hafif çekingen ve tereddütlü yanıtımla birlikte, beyaz gömlekli garsonun sorgulayan ifadesinin yerini nazik bir tebessüm alıyor.

‘Şöyle buyrun hanımefendi’

Nedendir bilmem, ‘hanımefendi’ hitabı halen tuhaf geliyor kulağıma. O ufaktan sinir bozucu ‘küçük hanım’ hitabından, yalnızca ‘hanım’a, üstelik oradan da öte ‘hanımefendi’ye ne ara terfi ettim, belirsiz.

Bize ayrılan masa cam kenarı. Yerinde bir seçim; ne de olsa O gelince, ikimizin de lokma aralarında camdan dışarıya gözlerimizi kaçırmaya, manzaranın güzelliğine dalmış numarası yapıp derin, tedirgin nefeslerimizi camın soğuk buharına yaslamaya oldukça ihtiyacımız olacak. Ya da belki de yalnızca kendi adıma konuşmalıyım. İkinci çoğul şahıs ekini O ve ben için kullanmayalı öyle çok zaman oldu ki belki de bu eke, bu iki yabancılaşmış kişiliğin yeniden sığabileceğini düşünmem bile, komik ve acınası.

Garsonun kibarca çektiği sandalyeye oturur oturmaz içimi inceden bir ürperme kaplıyor. O her zaman rüyalarıma giren sahnelerden biri değil bu. Her şey gerçek, hem de fazlasıyla. Buradayım, bu restoranda, bu iki kişilik masada ve O’nun gelmesi an meselesi. Artık uzakta değilim, aynı şehirdeyim O’nunla. Adresi biliyor, şu an nerede olduğumu, ve fark ediyorum da, bu çok yabancı bir duygu bana, bunca zaman binlerce kilometre uzakta yaşadıktan sonra. Dilimin kuruduğunu hissediyorum, bu gece ona ne çok ihtiyacım olacak oysaki. Ne güzel cümleler, ne ince elenmiş sözcükler tasarladım onun için; ne çok söyleyeceği şey var bu kuru dilin bu gece.

‘Bir bardak su alabilir miyim?’

‘Hemen efendim’

Şu anda şu köşedeki kapıdan girse, ne olur acaba? Nasıl görünür gözüme? Belki kilo almıştır, ya da vermiştir—göbekli midir hala? Saçları eskisi kadar siyah mıdır, yoksa beyazlamış mıdır? Belki dökülüyordur bile, bakarsın azıcık kel bile kalmıştır, kim bilir. Ama yine de yumuşacıktır o incecik saçları. Yine dizime uzansa, ellerimi okşar saçları.

Masaya konan bardağı ancak fark ediyorum. Titreyen ellerimle uzanıp bir yudum alıyorum. Sonra bir yudum daha. Bir bakmışım, bardak boşalmış. İçimdeki ürperme suyun soğuğuyla ikiye katlanıyor. Boş bardağı son bir defa ağzıma götürüyorum; bir bakarsın, belki bir damla daha kalmıştır. Belki yalnızca boş görünüyordur, belki camın saydamlığı aldatıcıdır. Kim bilir nice okyanuslar gizlidir o boşluğun ardında, görünüşe kanmamak lazım. Bardağı ağzıma 90 derece dayayıp öylece kalıyorum bir süre, son damlanın dudaklarıma doğru çizdiği yolu izliyorum. Ve bekliyorum. Umutla, hevesle, açlıkla. Bekliyorum.

‘Başka bir şey arzu eder miydiniz?’

Bardağı bir hışımla masaya bıraktığımda, geldiğimden beri dokunmadığım menü ilişiyor gözüme.

‘Yok, ben aslında birini bekliyorum’

‘Peki öyleyse’

Masayı terk ederken bardağı da götürüveriyor genç çocuk. Bir şey dememe kalmadan soldaki kapıya doğru ilerliyor.

İçimdeki ürpermeye karşın bir anda bir ateş basıyor, öyle ki tenim buharlaşıyor sanki. Halen çıkarmamış olduğum kalın kırmızı paltomun düğmelerini hızla açıyor, paltoyu vücudumdan sıyırıp sandalyeme giydiriyorum. Zaten düzgün olan, annemin özenle ütülediği açık pembe kazağımı gereksiz bir çabayla kenarlarından çekiştirerek düzeltip iyice ısınmış olan sandalyeye bir daha oturuyorum. Kazağım oldukça sade, yakası boğazıma kadar geliyor, kollarıysa bileklerime. O’nun bana eski günlerde aldığı kazaklardan, yalnız birkaç beden büyük bu kez. Modaya çok uygun olmasa da kullanışlı, sıcak tutuyor. Kaşmir, desensiz, dekoltesiz. Kadınsı değil, düzgün. Bu akşama uygun. Önemli olan bu.

Önümde uzanan menüye ilişiyor ellerim. Şöyle bir kaldırıp listelenen yiyeceklere bakıyorum. Ama boşuna. Şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, menüye çok bakmaz O, ne alacağını bilir. Her zamankinden. Listeye bir iki göz gezdirse bile, kahvaltı için değilse, çorba tarafına çok gitmez gözü. Ama ana yemek ne kadar büyük olursa olsun, zeytinyağlılarda yaprak sarma varsa, onu mutlaka ısmarlar. Sarmayı ne çok sever; bir keresinde bir dostum yaprak sararken O’na da bir kase ayırıvermişti, gözleri dolmuştu garibimin. Ben ona hiç oturup yaprak sarmadım. Öyle işlere gelemem ben, bayar beni, sıkılırım. Şimdi olsa, şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, yeter ki şu kapıdan girse ve karşıma otursa, işte o zaman saatlerce sarma sarabilirim O’na, bıkmadan, usanmadan, şikayetlenmeden. Yeter ki—

‘Kuru fasulyemiz çok ünlüdür, isterseniz’

Dar beyaz gömlekli delikanlıya dönüp ‘Teşekkürler’ diyorum, yüzüme iki beden büyük gelen, kendini beğenmişliğe vuran bir öz güvenle, ‘Biraz daha bekleyeceğim.’

Genç çocuk yanımdan ayrılır ayrılmaz yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Bu gereksiz gerginliğin sebebi ne? Kendine gel, kızım. Elin garsonuna tavır yapmanın bir anlamı yok.

Paltomun cebine uzanıp telefonumu çıkarıyor, masanın üzerine bırakıyorum. Bir dokunuşla tertemiz deniz manzarası aydınlanıveriyor. 18:16. Sayılar önemsiz. O hep geç kalır zaten, adeti budur. Bizim evin önünden her alışında az mı bekletti beni. Bir keresinde otobüs garında üç saat beklemiştim, aç ve oruçlu, bir Ramazan sabahı. O’nun da suçu değil tabii, şarjım bitmişti benim, haberi yoktu yani saatlerce yanımda dikilenlerin sigara dumanını avuç avuç yediğimden—orucumu da istifimi de bozmaksızın.

18:17. Tam 17 dakika. Ama doğru ya, sayılar önemsizdi. 17 önemsiz, tıpkı az sonra 18’in önemsiz olacağı gibi. Ve 19’un. 19 yaş da önemsiz, bakmışsın hemen 20 oluveriyor; bir de bakmışsın, bir koca yaş O’nsuz geçiveriyor. 21 de önemsiz mesela, 21 Şubat da. Bak, 18:22 oluvermiş bile, anlamamışsın. Ya da 23. 23 Aralık. Hepsi numara bunların, hepsi anlamsız.

‘… Usta’nın Dünyaca Ünlü Kuru Fasulyesi’

Menünün üzerine büyük harflerle işlenmiş bu sözcükler. Dünyaca ünlü mü bilinmez ama pek lezzetlidir bilirim. İlk O’nunlayken tatmıştım bu şeker fasulyesini. Ta İspir’den getiriyorlarmış bunu, lezzetinin sırrı da tereyağında pişirilmesindeymiş. Sonra pek çok kez geldik buraya O’nunla. O, menüye bile bakmaz, kuru fasulyeyi hemen ısmarlardı. Ben yanına tereyağlı pirinç pilavı alırdım. O ise ne kadar canı çekse de şekerine dikkat eder, bulgur pilavı söylerdi. Sonra da benim tabağıma uzanır, çok sevdiği pirinçten birkaç kaşık çalardı. Arada bunu şakaya vurur, görmeyeyim diye tabağıma gizliden yanaşır gibi yapardı. Göz göze gelir, gülüşürdük. Gülünce gözleri kısılırdı. Gerilen kirli sakallı yanaklarının ortasında beyaz porselen dişleri görünürdü. Tek tek incelediğinde yüzünün hiçbir yeri benzemese de güldüğündeki bakışı tuhaf bir şekilde beni andırırdı. Gamzelerim ona çekmiş, öyle derlerdi. Bu yorum, beni hep rahatsız ederdi; kan bağı da olsa bir erkeğe benzetilmeyi tuhaf bulurdum. Şimdi düşünüyorum da, gülüşümü hiç bu kadar sevmemiştim, gamzelerimi de.

Parmaklarımın sıkıca kavradığı menüyü beyaz masa örtüsünün üzerine geri bırakıyorum. Sonra o müzik çalmaya başlıyor. Beynimin çeperlerine hapsolmuş o müzik. Concierto de Aranjuez por Rodrigo. Küçüktüm bayağı, araba sürüyordu O, bense arka koltuktaydım. Bu klasik müzik konçertosunu çalmıştı arabanın teybinde. Sonra bir daha çaldı. Sonra bir daha. Sevdim, dedim O’na. Sevmiştim, fakat O hiç bilmedi ötesini; O’nunla ilgili tüm hüzünlerimi, Rodrigo’nun gitarının o ince titreşimleri arasına gizlediğimi. Çok, çok uzun süre, O hiç bilmedi. Çünkü söylemedim. Söylemedim ve O vardı. Sonra bir gün, söyleyiverdim. O yok oldu. Ve 18:36’da, O halen yoktu.

‘Müessesemizin ikramı efendim’

Beyaz kollu bir el önüme ince belli bardakta bir çay koyuveriyor. Müziğin gölgesinde teşekkür sözcükleri kuru dudaklarımın iç çeperine saklanmış; hiçbir şey diyemiyorum. Fakat ölesiye merak ediyorum; garson çocuk da duyuyor mu bu müziği? Yoksa onun dünyası sessiz mi, belki daha huzurlu, daha az fırtınalı? Ya da belki de onun, suratına bakan boş sandalyeler olmamıştır hiç, ya da umarsızca ilerleyen sayıları, günleri, ayları, yılları. Belki onun içtiği çaylar hiç böyle yalnız kalmamıştır; ince belli, tavşan kanlı, dumanı tüten, fakat bir başına.

Elim ister istemez telefona uzanıyor. Bu kez mavi deniz manzarasını hızla yok ediyor, yeşil konuşma baloncuğuna tıklıyorum. İletildi sözcüğünü arıyor gözlerim, fakat bulamıyor. Okundu yazıyor yalnızca. Ve yanında birkaç sayı. Sayılar önemsiz. 7 önemsiz bir sayı mesela, 7 saat de öyle. Okundu. Bu yeterli.

Bardağı ince belinden tutup avuçlarımın arasına alıyorum. Müzik uzaklaşıyor yavaş yavaş. Kulaklarımı ufaktan bir uğultu kaplıyor. Çayın kaynar dokusu ellerimi yakıyor. Parmaklarımı kıpırdatmıyorum. Görüşüm bulanıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Bardağın ateşten duvarına yapışmış ellerim, acıyor inceden. Parmaklarım acıyor. Canım acıyor. Susuyorum. Dinliyorum, uzaklaşan müziği ve kulaklarımı karıncalandıran uğultuyu. Neden sonra müzik diniyor. Uğultu yok oluyor. Ne ara açıldığını bilmediğim pencereden birkaç korna sesi çalınıyor kulağıma. Soğumuş dolu çay bardağını bırakıp ayağa kalkıyor, paltomu koluma alarak çıkış kapısına ilerliyorum.

Sevde Kaldıroğlu
17 Ocak 2016, Pazar

Yeri: Deneme, Edebiyat, Öykü | İki Kişilik için yorumlar kapalı

Dil yanığı

Ekim20

Çok farklı duygular içerisindeyim
Kuru toprak gibi
Toz duman
Sivri sivri çakıl taşları
Üzerine yalın ayak bastın mı
Can yakan
Cana batan
Kan çıkaran

Çok farklı korkular içerisindeyim
Mavi mürekkep gibi
Koyu
Karanlık
Damladığı yeri yakan
Halka halka yayılan

Belli belirsiz
Dil yanığı gibi
Ele avuca gelmez
Dile gelir
(Çoğu kez de gelmez,
Dilin ucunda kalıverir)
Göze gelir bazı zaman
Fakat göze batmaz
Cana batar
Cana banar
Alaz alaz
Bir damla kelama
Susar
Avaz avaz
Susar

Sevde Kaldıroğlu
29.06.15 – 19.10.15

Yeri: Edebiyat, Şiir | Dil yanığı için yorumlar kapalı

Bugün bayram, uyuyun çocuklar!

Temmuz16

Yarın bayram, erken kalkın çocuklar.
Tabii tüm çocuklar değil,
Annesi babası yanında olan çocuklar.
Bayram sofrasına uyanan çocuklar.
Bayram kutlanan topraklarda yaşayan çocuklar.
Diğer çocuklar uyuyabilir.
Onların erken kalkmasına gerek yok
Çünkü ne şeker var onlara, ne de kurban olan.
“Kurban olurum ben yavruma”
Yok artık, geçti gitti.
Büyündü.
Büyümek zorunda kalındı.
Kendi elleriyle büyüdü o çocuklar.
Öpülesi ellerden uzak
Cebe sıkıştırılan beşlik, onluklardan uzak.
El öpen elleri
Beş kuruş derdinde
Boş ceplerinde yumulu şimdi
Bir başlarına.

Bugün bayram, öğlene dek uyuyun çocuklar!

16.07.15

Hayalperest

Temmuz7

hayalperest der niceleri
ancak unutma ki
nicelerinin hayal bile edemedikleri
senin gerçekliğin olmuşsa
işte bunu
karşıdan karşıya geçerken
düşlerinin elinden tutan
o küçük kız çocuğuna borçlusun
 
bense
hayallerimle düzdüm bu taşlı yolları
ve yine
her nefesimde
bir düş üflerim yaşama
 
19.07.13

Yeri: Edebiyat, Şiir | Hayalperest için yorumlar kapalı

Ben bugün bir şiir yazdım

Haziran30

Neredeyse bir yıl aradan sonra yeniden şiir yazmak,
hem de Türkçe şiir yazmak,
kusuruyla, acemiliğiyle, fakat tüm içtenliğiyle yazmak,
insan olduğunu tüm çıplaklığıyla, korunmasızlığıyla kaleminin ucunda duyumsamak
Bu, anlatılmaz bir duygu…

——————————————-

Ben bugün bir şiir yazdım

Ben bugün bir şiir yazdım
Belki bir yıldan sonra ilk defa
Öyle planlı olmadan
Paldır küldür elimde buldum kalemi
Bir avuçta kucakladım
Hiç yadırgamadan
Boynumu eğmeden, utanmadan
Kalemin metal teni
Parmaklarımı hiç bırakmamışçasına
Duyguyla
Hevesle
Yazdım.

Ben bugün bir şiir yazdım
Bir şiir ki
Alnı açık, omuzları dik
Fakat burnu kalkık değil
Gözleri gözüne değer
Gökyüzüne değil
Göz bebekleri parlak
Belki biraz uykusuz, kanlı
Sahura dek oturmuş
Bir bardak demli çayla
İnce belli bardakta
Ve ince belli bir kalem
Tutturmuş eline.

Ben bugün bir şiir yazdım
Öyle apar topar
Hızlı hızlı
Kağıda eziyet etmeden
Hırsla, şehvetle değil
Hisle yazdım
Okudum, duydum, dinledim
Yazdım.

Ben bugün bir şiir yazdım
Soğuk bir kış gecesi
Yorgana sarılırcasına sarıldım kaleme
Avuçlarım terledi yazdıkça
Sardım sarmaladım
Neden sonra avuçlarım,
Yüzümü kucakladı
Azıcık ağladım
On parmak dolusu
Uzamış nemli tırnaklarım
Alnımı karışladı
Belki de ilk defa
Sormadım neden
Yazdım yalnızca
Yalnız-ca yazdım
Kalemimin sıcaklığında

Ben bugün bir şiir yazdım
Kaynar, taze çay tadında
İnce belinden tuttuğum gibi kucakladım

29 Haziran 2015 Pazartesi

Yeri: Edebiyat, Şiir | Ben bugün bir şiir yazdım için yorumlar kapalı

İstanbul Rüyasını “Anlat İstanbul”

Ekim8

Istanbul Bogaz

UYARI: Bu yazı, Anlat İstanbul (2005) filmi üzerine bir inceleme yazısı olduğundan, filmin içeriğine ve sonuna ilişkin ayrıntılar içermektedir.

—————————————————————————————————————-

Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Ömür Atay ve Yücel Yolcu olmak üzere beş farklı yönetmen tarafından çekilen Anlat İstanbul (2005) filmi, İstanbul’da yaşanan beş farklı öyküyü anlatıyor. Ancak Anlat İstanbul’u benzerlerinden farklı kılan ve pek çok film eleştirmenince yeni Türk sinemasında kayda değer bir noktaya oturtan, sıradışı beşli yapısının ötesinde, derdini her bir hikayede Fareli Köyün Kavalcısı, Külkedisi, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel ve Kırmızı Başlıklı Kız adlı Batılı masalların çerçevesinde şekillendirerek anlatmasında ve başka şehirlerde barınamayıp İstanbul rüyasına kapılarak bu şehre gelmiş çizgidışı karakterlerin öyküsünü aşırı dramatik olmaktan uzak, yalın ve estetik bir biçemle aktarmasında yatıyor. Anlat İstanbul, masalsı tarzıyla tıpkı Amerikan rüyası gibi İstanbul rüyası kavramını (bu isimle olmasa bile fikir olarak) ortaya koyan ve bu rüyanın düşüşünü modern masal kahramanlarının düşleri ve düş kırıklıkları çerçevesinde başarıyla sunan bir sinema yapıtı. Üstelik sinema eleştirmeni Asuman Süner’in işaret ettiği gibi filmin ana karakterinin İstanbul’un kendisi olduğu düşünülürse, İstanbul rüyası ve rüyanın düşüşü, tutamadığı sözler veren bir kahramanın gözden düşüşü olarak da yorumlanabilir.

İstanbul rüyası kavramını Anlat İstanbul bağlamında incelemek üzere öncelikle bu fikrin belki de en çarpıcı biçimde ortaya konduğu Külkedisi masalından başlanabilir. Bu masalda Külkedisi kahramanı, cinsiyet ameliyatı geçirmiş bir transseksüel hayat kadını olan Banu’da can buluyor. Aslen İzmir’den olan Banu, eşcinsel kimliğiyle özgürce barınabilmek ve ameliyat olarak istediği kadın kimliğini elde edebilmek için İzmir’de tanıştığı Recep’in vaatlerine kanarak İstanbul’a kaçar. Ancak cinsiyet ameliyatını olur olmaz Recep Banu’yu hayat kadını olarak satmaya başlar; böylece Banu’nun kadın olma hayali gerçekleşmişse de bu onu hayat kadını olmaya mahkum kılmış, aşk ve bağımsızlık hayalleri ise suya düşmüş, yerini nefret ve mahkumiyet gerçekleri almıştır. Hikayesini kendisiyle paylaşan Banu’ya, yaşça büyük ve daha deneyimli olan eşcinsel Mimi şöyle bir tepkiyle yanıt verir: “Senin gibi bin tane gördüm ben, üstüne (ilaç) sıkılmış kara böcek gibi İstanbul’a gelip heba oldular. Aman ne var bu İstanbul’da anam, bilmem ki!” Mimi bu tepkisiyle çok önemli bir soruna, bu incelemenin odak konusuna, işaret etmektedir: fazlasıyla şişirilmiş bir balonu andıran İstanbul rüyasına.

Tıpkı Banu gibi pek çok eşcinsel gerek cinsiyet ameliyatı olarak hayallerindeki cinsiyete kavuşmak için, gerekse küçük şehirlerde tadamadıkları özgürlüğü ülkenin en gelişmiş şehrinde, İstanbul gibi sözde her türlü farklı kimliğe kucak açan bir yerde tatmak için gelir bu kente ve belki de pek çoğu burada bile toplum tarafından kınama ve yargıyla karşılaşmakta ya da istemedikleri geleceklere boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar. Nitekim Banu’nun örneği üzerinden Mimi’nin yansıttığı büyük çaplı gerçek, ülkenin en gelişmiş şehrinin toplumunun dahi cinsel tercihler konusunda açık görüşlü bir tavır edinemediğini göstermekle kalmaz, aynı zamanda İstanbul’da geçim sağlamak adına yapılan fedakarlıklara da bir anlamda örnek oluşturur.

İstanbul’daki geçim derdiyle birlikte transseksüellik gibi hassas bir başka konuya değinen bir başka hikaye ise Uyuyan Güzel masalı ışığında anlatılır. Kürt kimliğiyle karşımıza çıkan Musa, askerden yeni dönmüş, İstanbul’a da iş bulmak ve ekmek parası kazanmak için gelmiştir. İstanbul’a gelir gelmez hemşehrilerinin söylediği üzere Şehmus Ağabey’i bulur ve onun restoranına gelerek bir iş ister. Fakat Şehmus onu bir İstanbul gerçeğiyle yüzleştirerek orada ona göre bir iş olmadığını söyler ve Musa’yı Seyfo’ya yönlendirir (ki Seyfo’nun Yeri de kapalı çıkacaktır). Bu noktada izleyici Musa’nın karnı aç bakışlarını ve yemek bulma çabalarını da görünce bir başka İstanbul mağduru olan bu gence sempati duyar.

Musa’nın hikayesiyle Kürt vatandaşların Türkiye’deki durumuna da bir gönderme yapılır. Yarım yamalak Türkçesiyle Musa, askerde Türkçe öğrenme zorunluluğunu saf bir tavırla anlatır Şehmus’a; İstiklal Marşı’nı eksik veya yanlış söylediğinde yediği dayakları da sempatik sözlerine ekler. Bu durum, tıpkı Banu’nun eşcinsel kimliği gibi Musa’ya da çizgidışı, azınlık bir kimlik kazandırmakta; bir anlamda İstanbul’a gelişini—Banu’nun durumuna paralel olarak—bu farklı kimliğiyle barınabilme mücadelesine bağlamaktadır. Ayrıca Musa, memleketinden buraya gelerek dilini bile doğru düzgün bilmediği bu şehirde barınmaya çalışacak; etnik kimliğinden ötürü kaçınılmaz bir şekilde karşılaşacağı ön yargılara göğüs germek zorunda kalacaktır. Nitekim Musa’nın kameraya ilk girdiği sahnede arka plandan Uyuyan Güzel’in sesinden duyduklarımız onun karşılacağı bu sorunlara bir önseme olarak görülebilir. “Çok zaman önce dedelerimiz almış bu şehri. Hanlar, hamamlar, camiler yapmışlar; evler yapmışlar. İstanbul bizim olmuş,” diye başlar Uyuyan Güzel, İstanbul’un Fethi’ne gönderme yaparak. “Ama yabancılar gelmiş sonra, ışığa gelen pervaneler gibi,” şeklinde devam eder. Özellikle “yabancılar” sözcüğünde kameranın Kürt Musa’ya odaklanması rastlantı değildir; zira “has İstanbulluların” oluşturduğu elit sınıfa uymayan, hatta aslen Türk de olmayan Musa, bu “yabancılar” kategorisine girmektedir ve bu yüzden İstanbul’da ötekileştirilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nitekim İstanbul’a geldiği ilk günden hem geçim sıkıntısı hem de kendi diliyle, kendi kimliğiyle barınabilme mücadelesi veren Musa’nın İstanbul rüyası Banu’nunki gibi, fakat ondan çok daha kısa bir sürede, sönüvermiştir.

İstanbul’a gelip hüsrana uğrayan bir başka kahraman ise Almanya’da doğup büyümüş olan Kırmızı Başlıklı Kız Melek’tir. Melek’in İstanbul’a nasıl geldiğine dair çok fazla ayrıntı verilmese de bu şehirdeki sürecinde, uyuşturucu kaçakçılığı yapan Rafet ile tanışıp aşk yaşadığını ve Rafet’in tuzağına düşerek uyuşturucu taşımacılığına ve hamile kaldığı bebeği kürtaja zorlandığını geçmişe geri dönüşlerle öğrenir izleyici. Sonuç olarak uyuşturucu kaçakçılığına karışmak Melek’in iki senesini hapiste geçirmesine, kürtaja zorlanmak ise hiç doğmamış çocuğunu aklının bir köşesinde yaşatıp psikolojik bir karmaşa içine girmesine sebep olmuştur. Duruma bakıldığında, İstanbul’a gelmek Melek’in hayatına büyük darbe vurmuş ve hasar bırakmıştır. Nitekim hapisten çıktıktan sonra Almanya’ya ailesinin yanına dönmeye karar veren Melek, havaalanında karşılaştığı ikiyüzlü gazeteci Mahir’e, bir başka deyişle büyükanne kılığındaki kötü kalpli kurda şu sözleri savurur: “Kokmuş İstanbul’unuz da sizin olsun! Almanya gibi memleket var mı be!” Bu sözler, yaşamına yalnızca kötü anılar ve hatalar getiren İstanbul’a karşı Melek’in öfkesini ifade eder ve o, çözümü bu şehirden kaçmakta bulur.

Anlat İstanbul, yalnızca İstanbul’a farklı yerlerden gelen bireylerin düş kırıklıklarını anlatmaz; aynı zamanda şehrin içinde büyümüş karakterlerin de hikayesi yer alır bu filmde. Fakat bu şehri yuva olarak benimsemiş olmaları, bu kahramanların şehir tarafından hayal kırıklığına uğratılmasına engel olmaz. Pamuk Prenses masalında yedi tane erkek kardeşe sahip 8.cüceyle tanışırız. 8.cüce, katil avcıdan kaçan Pamuk Prenses İdil’i kurtarırken ona bu şehirde kadın olmanın başlı başına bir cücelik olmak olduğunu anlatır. “Attılar beni evden,” der 8.cüce. “Niye? Çünkü bu dünya erkek dünyası. Dişiysen ya üstünde tepinecekler ya da işe koyacaklar.” Yuva dediği bu şehirde kendi evinden sokaklara atılmış, sokaklarda da barınamayarak yer altına itilmiştir adeta. Bu şekilde aslen ait olduğu bu yerde itilip kakılıp ötekileştirilmiştir.

Son masal olan Fareli Köyün Kavalcısı’nda ise klarnetçi Hilmi’nin düş kırıklığına tanık oluruz. Hilmi, kendinden genç bir kadına aşık olur ve onunla evlenir. Ancak eve sarhoş bir halde erken geldiği bir gece karısını fotoğrafçı gençle birlikte yatakta yakalayan Hilmi, çareyi kendini İstanbul sokaklarına atıp klarnetini çalarak bu şehre olan öfkesini haykırmakta bulur. Bu şekilde sokaklarda gezerek Galata Köprüsü’ne gelir ve zaten orada şehrin hayal kırıklığına uğrattığı tüm kahramanlar (Almanya’ya giden Melek hariç) toplanmıştır. “Uyanın! Herkes uyansın! Yalan bunlar, yalan! Masal hepsi,” diye bağırır Hilmi ve ardından köprünün üstüne çıkarak çarpıcı bir tirat sunar izleyiciye:

“Uyanın! Uyanın millet! Burası bize göre değil, bambaşka bir memlekete gidiyoruz. Orada kadınlar daha başka, aşklar başka, dostlar başka; her şey biraz daha iyi, daha adam gibi. Uyanın! Gidiyoruz buralardan. Sen tek başına kal, bomboş kal İstanbul! Götürüyorum herkesi! Uyan İstanbul orospusu, uyan! Senin masallarına kandık, hayatımızı yedik be. Uyan! Herkes de uyansın! Masal bitti!   Uyanmıyor musun? Ben seni uyandırmasını bilirim.”

Hilmi’nin bu tiradı, filmin tamamına hakim olan İstanbul rüyasının düşüşü temasını özetler bir anlamda. Hemen ardından klarnetini çalmaya başlayan Hilmi’nin peşine diğer düşü kırık kahramanlar da takılır ve hep birlikte ortadan ayrık köprünün kenarına doğru melodi eşliğinde yürürler. Hepsi İstanbul masalına bir şekilde aldanmış, bu güzel şehirde hayallerinin gerçek olacağı fikrine inanmış ve sonuçta düş kırıklığına uğramıştır. Bu sahneden sonra karakterlere ne olduğu belirtilmese de Hilmi’nin dediği üzere bu şehirden kaçacakları ve başka memleketlere gidecekleri hissedilir; çünkü pembe hayallerle geldikleri İstanbul, onlara yalnızca kötülük getirmiştir.

Bu tiratta öne çıkan önemli bir nokta, Hilmi’nin İstanbul’u “orospu” olarak adlandırmasıdır. Oldukça dişi bir anlam içeren bu sözcük, Asuman Süner’in yeni Türk sineması üzerine yazdığı kitabında da belirttiği gibi Yeşilçam filmlerini anımsatır izleyici; zira bu filmlerde, farklı şehirlerden İstanbul’a gelen saf karakterlerin düş kırıklığına uğramaları sonucu şehre dönük bir öfke göstermeleri ve bunu genellikle yine şehri dişileştiren bir şekilde “Kahpe İstanbul!” şeklinde ifade etmeleri meşhurdur. Bu nedenle, böylesine bir sesleniş klişe gibi görünse de kanımca filmin temasını toparlamak ve kırık umutları ve düşleri etkili bir şekilde ifade etmek anlamında başarılı bir yöntem şeklinde karşımıza çıkar. Kimi izleyiciler özellikle bu tiradı, sinema sanatına yakışmayan, göstermekten çok sözle anlatan bir teknik olarak görmüş ve eleştirmiştir. Ancak Süner’in de vurguladığı üzere, Anlat İstanbul’un dikkat çekici yanının yaratıcı anlatım stili olduğu unutmamak gerekir; nitekim film, izleyici verdiği sözden caymaz, İstanbul’un beş farklı karakterinin öyküsünü gerek sözle gerek gösterimle anlatır. Daha isminden anlatma eylemine vurgu koyan ve masalsı yapısıyla bunu destekleyen Anlat İstanbul, farklı bir tarzla fakat oldukça başarılı bir biçimde anlatır derdini.

Melek karakterinin doğmamış kızının sözleriyle şu şekilde başlar Anlat İstanbul: “Şehirler içinde en güzeli İstanbul’dur, bundan eminim. Çünkü ben İstanbul’u hiç görmedim.” Nitekim bu sözlerin doğruluğu film ilerledikçe daha da yüzeye çıkar. İstanbul’u hiç görmeyen biri için, şehir en güzel şeyleri vaat eder; güzellik, mutluluk ve özgürlük simgesidir adeta. Ancak bu fikre kapılıp şehre gelen kişiler tıpkı bu beş masalda yer alan kahramanlar gibi bu rüyanın gerçek olmadığını çoğu kez can yakıcı deneyimlerle öğrenir. Bu noktada, aynı karakterin—Melek’in kızının—ağzından verilen bitiş sözlerine dikkat vermek gerekir: “Bir varmış, bir yokmuş. İstanbul’da sabahlardan bir sabahmış. Biz, bir varmışız, bir yokmuşuz. Masal, buraya kadarmış.” Bu sözlerle ironik bir biçimde masalsı sonlandırılır bu mutsuz hikayeler. Ancak “Biz, bir varmışız, bir yokmuşuz” sözleri, İstanbul’un hayal kırıklığına uğrattığı insanların yalnızca bu masal kahramanlarından ibaret olmadığını, nice böylelerinin gelip geçtiğini ve nicelerinin aynı süreçten geçeceğini vurgular. İhanete uğrayan Hilmi, şehrin ihanete uğrattığı nicelerden yalnızca biridir. Daha kimler aldatılmış, ölümle tehdit edilmiş, kovalanmış, kullanılmış, yüz üstü bırakılmıştır İstanbul’un masmavi gökyüzü altında. Kısacası, bu karakterler boynu bükük karakterler, bir var, bir yoktur bu şehirde; ama ha var, ha yok gibidirler aynı zamanda, çünkü İstanbul böyle niceleriyle doludur. İstanbul rüyası daha binlercesinin yüreğini heyecanla doldurmakta ve yine binlercesinin hayallerini suya düşürmektedir. Anlat İstanbul, bu noktada bir çözüm sunmaz, çözüm sunmayı hedeflemez de zaten. Yalnızca bu gerçeği çarpıcı ve büyüleyici bir anlatımla gözler önüne serer ve izleyici tam da masalın bittiği yerde derin düşüncelerle baş başa bırakır.

KAYNAKÇA

  • Anlat İstanbul. Senaryo: Ümit Ünal. 2005. DVD.
  • Süner, Asuman. New Turkish Cinema: Belonging, Identity, and Memory. Londra: I.B. Tauris, 2010.
Yeri: Edebiyat, Eleştiri | İstanbul Rüyasını “Anlat İstanbul” için yorumlar kapalı
« Older EntriesNewer Entries »