Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Therese Raquin ve Natüralizm

Nisan27

Edebiyatta doğalcılık akımının en değerli örneği belki de, derin betimlemelerin tüm çıplaklığıyla sunulduğu bilimsel bir başyapıt, natüralist bir roman Emile Zola’nın biricik Therese Raquin‘i. Başarılı şöhretine bir etki eder mi, bilmem, ama benimse baştan sona okurken nefret ettiğim yegane roman. Nefret ettim, diyorum ama çok başarılı bir eser, bunu da inkar edemem. İnsanların çıkar dolu düşüncelerini tüm açıklığıyla ortaya koyan çok başarılı bir roman. Edebiyatta gerçekçilik ve natüralizmi seven okurlar için çok keyifli olacağından şüphem yok; ama kendi adıma konuşmam gerekirse natüralizm eserlerinin okunacak kitap listemde en son sırayı alması gerektiğini Therese Raquin’den sonra kesin olarak anladım.Hatta yaptığım birkaç araştırmadan sonra geçmişte okurken nefret ettiğim Jack London’ın Beyaz Diş‘i, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç‘ı gibi romanların da gizini çözdüm; meğer onlar da natüralist romanlarmış. Sonuç olarak Therese Raquin’i dil ve anlatım dersinde ödev olarak okumaya başladığımızda tüm iyimserliğimle almıştım kitabı elime, ancak her beş sayfa okumanın sonunda -ki bu romanda bir oturuşta okuyabildiğim en fazla sayfa sayısı bu- depresyon moduna girdiğimi fark etmem çok uzun zaman almadı. Nitekim uzun bir süre sonra kitabı nihayet bitirebildiğimde ödev olan tezi yazabildim. Kitaptaki olayların seyrini, kitabın sonunu ve yazarın her bir olayın ardına sakladığı nedenleri incelediğim tezimde yazara dair eleştirilerime de rastlayabilirsiniz. İyi okumalar!

THERESE RAQUIN VE NATÜRALİZM

Doğalcılık akımı, diğer adıyla natüralizm, 19.yüzyılda Fransa’da doğmuş bir edebiyat akımıdır. Natüralizm, insanı çevrenin ve kalıtımın bir ürünü olarak görür, toplumu ve bireyi deneysel olarak ele alır. Doğalcılık akımının başyapıtlarından biri olan Therese Raquin romanında natüralist yazar Emile Zola, karakterlerini fizyolojik özellikler ve çevrenin etkisi bağlamında ele alarak tutku, cinayet, vicdan azabı gibi güçlü kavramları ve bu duyguların insanın psikolojik yapısındaki seyrini neden-sonuç ilişkisi içinde incelemiştir.

Doğalcılık akımı, yaşamın kaba ve bayağı sayılarak ele alınmayan yanlarını, toplumun sıradan veya dışlanmış bireylerini  mercek altına alarak hayatın gerçeklerini olduğu gibi yansıtmayı, bunun da ötesinde bu gerçekleri deneysel bir itina ile laboratuvar ortamında incelemeyi amaçlar. Bu yönüyle realizmi de çok daha ileriye taşımış; bilimden etkilenmiş ve bilimi de etkilemiştir. Akımın gelişmesinde o dönemlerde ortaya atılan, Darwin’in evrim ve soyaçekim teorileri de etkili olmuştur. Natüralist yazar, yalnızca bir gözlemcidir, olayları olduğu gibi, doğal ve yalın bir dille anlatır; olumlu ya da olumsuz herhangi bir yorum yapmaz. Therese Raquin’de bu akıma sıkı sıkıya bağlı kalınan noktalar olduğu gibi natüralizmden ayrılan yönler de görülür.

Çocukluğundan beri üvey teyzesi tarafından hastalıklı kuzeni Camille ile birlikte büyütülen ve büyüdüğünde de yine kuzeniyle evlendirilen Therese Raquin, mutsuz bir hayat yaşamaktadır. Ancak bunu kabullenir, kendi hayatının seyrinde bir kukla gibi oynatılmaya alışıktır çünkü. Romanın bu bölümüne kadar çevre faktörünün kişilikler üzerinde nasıl rol oynadığı görülür; Therese’in teyzesi Bayan Raquin’in hastalıklı oğlunun üzerine titremesi, bununla birlikte gayet sağlıklı olan Therese’in de aynı muameleyi görmesi Camille ve Therese’in toplumdan uzak, basık ve ezilmiş bireyler olarak yetişmesine neden olur. Yaşları ilerledikçe bunun böyle devam edeceğini düşünenler küçük ancak önemli bir ayrıntıyı göz ardı etmiş olurlar. Bu da natüralizmin temelinde yatan kalıtım ve soyaçekim unsurlarıdır. ‘’Aynı nedenler aynı koşullar altında aynı sonuçları verir.’’ düşüncesinin etkili olduğu romanda Camille’in, annesi Bayan Raquin tarafından yönlendirilmeye boyun eğmesi şaşırtıcı değildir. Ancak Afrikalı bir kadının çocuğu olan Therese bu duruma daha fazla devam edemeyecek, annesinden aldığı tutkulu ve güçlü kişiliğinin fitili en ufak bir kıvılcımda alevlenecektir.

Romanda Therese’in güçlü dürtülerini harekete geçirecek olan bu kıvılcım Camille’in arkadaşı Laurent karakteriyle karşımıza çıkar. Camille’in tersine, güçlü görünümü ve kaba, hoyrat yapısıyla Laurent, Therese’in ilgisini çeker. Laurent’ın bu sert yönü, Camille’in pasif ve uyuşuk hareketlerinde yakalayamadığı bir şeydir çünkü. Nitekim, hiç de masum olmayan bu ilgi, kısa bir süre içerisinde aldatmaya dönüşür.Bu yasak ilişkinin ardında ne güçlü bir aşk vardır ne de fiziksel bir beğeni. Therese ile Laurent’ı birbirine çeken, ikisinin de tekdüze giden hayatlarında değişikliğe olan açlıkları ve içlerinde alevlenen güçlü dürtüleri tatmin etme isteğidir.

Zamanla gizliden gizliye yürüyen bu yasak ilişkiyi sürdürmek ikisi için de zor hale gelir; ortada engeller vardır ve bunlar kaldırılmalıdır. Bu fikrin akıllarına girmesiyle Therese ve Laurent, ardından gelecekleri düşünmeksizin bencil duygularının peşinden giderler ve tek çözümün en büyük engeli, Camille’i, ortadan kaldırmak olduğu sonucuna varırlar. Therese, bunu dile getirmese de, ustaca seçtiği sinsi sözleriyle bu hain düşünceyi Laurent’ın aklına sokmayı başarır. Nitekim Camille’in acı sonu fazla uzak değildir, özenle hazırlanmış bir plan ve kolayca üstü örtülen bir cinayetle engel ortadan kalkar. Ancak sonrası düşünülmeden işlenmiş bu cinayet, onları yaşamlarının geri kalanında rahat bırakmayacak, bu cinayetle kendi ölüm fermanlarını imzaladıklarını anlamaları uzun sürmeyecektir. Romanın bu bölümüne kadar çevresel faktörlerin –kişinin ontolojik özelliklerinin de baskın etkisiyle- olayları nasıl yönlendirdiği açıkça görülürken, bundan sonraki bölümde bu olayların kişinin psikolojisinde yarattığı etkilerin ve ilişkilerde doğurduğu sonuçların bilimsel bir özenle inceleneceği yeni bir devir başlayacaktır.

Engelin ortadan kalkmasıyla güçlü dürtülerinin pençesinden kurtulup yaptıklarının ayırdına ancak varabilen Therese ve Laurent’ın psikolojilerinde yeni bir seyir başlar. Ortalığın durulduğu, kimsenin onlardan şüphelenmediği bu süreçte rahatlayacaklarını düşünürken Camille’in korkulu hayaletiyle baş başa kalırlar. Ancak bunu vicdan azabı olarak bile adlandıramayacak kadar pişkin ve bencildirler. Her an Camille ile ilgili sanrılar görürler; fakat bunun ardında yatan neden onu öldürmekten duydukları pişmanlık değil, yakalanmamak için kapıldıkları korkudur. Bu kabus gibi geçen günler onları birbirinden uzaklaştırır. Sanki uğruna göğüs gerecekleri zorluklar olmayınca ilişkilerinin heyecanı kaybolur; zaten kapıldıkları korku ve yakalanma endişesi, bir türlü dindiremedikleri güçlü dürtülerinin önüne geçmiştir.

Bu sırada her perşembe Bayan Raquin’in evine gelen aile dostları Michaud, Grivet ve Olivier de evdeki bu durgunluğun farkındadır. Perşembe günlerinde eskisi gibi eğlenmek isteyen Michaud, en iyi yolun Therese’i Laurent ile evlendirmek olduğunu düşünür ve Bayan Raquin’i buna ikna eder. Bayan Raquin de yine kendi çıkarlarını düşünerek bunun eve neşe katacağı ve tanıdık birini oğul gibi benimseyebileceği düşüncesiyle bunu kabul eder. Böylece Laurent ve Therese evlenirler. Tek umutları birlikte Camille’in hayaletinden kurtulmaktır. Ancak ilk gecelerinde bir araya geldikleri anda Camille’in hayaletinin aralarına girdiğini, onlar birbirine yaklaştıkça birbirlerinden daha çok iğrendiklerini hissederler. Artık aralarındaki o güçlü çekim mazide kalmış, birbirlerine tutundukları tutkulu bağ Camille’in kanıyla kirlenmiştir. Bir araya gelmek sanki acılarını daha da arttırmış, işledikleri günahı tüm çirkinliğiyle yüzlerine vurmuştur. Bu şekilde suçlarını kabullenmek istemezler ve her fırsatta birbirlerini suçlayarak hırpalarlar. Birlikte oldukları her anda kendi bencil egolarına yediremedikleri bu suçu birbirlerinin üstüne yıkarak kendilerini üstün kılmaya çalışırlar. Tüm bu süreç içinde psikolojik olarak çok acı çekerler ancak asla yaptıklarından pişman olup vicdan azabı duymazlar. İki katilin hazin sonu daha fazla acı çekmek istemedikleri için birlikte intihar etmeleriyle gerçekleşir.

Therese Raquin romanında Emile Zola, natüralizmin deneysel inceliklerine sıkı sıkıya bağlı kalırken ‘nesnellik’te pek başarı sağlayamamıştır. Romanın anlatımında objektif olduğunu iddia ederken ‘’En yakınımızdakine bile güvenemeyiz.’’, ‘’Kişinin her yaptığı eylemin arkasında kendi bencil isteklerini tatmin etme amacı yatar.’’gibi düşüncelerini romanın her bir satırına öyle ustaca bir itina ile yerleştirmiştir ki tüm bunları gerçeğin yansıması olarak göstermiştir okura. Karakterlerini bencillik kavramı üzerine kurmuş, tüm yaşananları neden-sonuç ilişkisiyle açıklarken her ‘’çünkü’’nün ardına bir çıkar ilişkisi gizlemiştir. Zola, kendisi gerçekçi bulduğu karamsar ve güvensiz bakış açısını Therese Raquin romanının tümüne yansıtmış; hatta bir annenin, söz konusu evladı olduğunda bile kendi çıkarlarını düşünerek bencilce hareket ettiğini söyleyebilecek kadar cüretkar davranmıştır. Toplumdaki çarpık ilişkiler ve burjuva sınıfı ile ilgili eleştirilerini de belirtmekten çekinmemiş, bu tür toplumsal sorunları da romanında ele almıştır.

Natüralizmin öncülerinden kabul edilen Emile Zola, Therese Raquin romanında -hangi dönemde olursa olsun- hiç değişmeyecek olan tutku, vicdan azabı, cinayet gibi kavramları masaya yatırmış, bunlar hakkındaki görüşlerini neden-sonuç ilişkisi içinde açıklamıştır. Romanı yazarken kullandığı yalın fakat kati diliyle okura yaşanan her duyguyu hissettirmeyi başarmış ve ortaya hafızalarda iz bırakacak bir eser çıkarmıştır.

27.04.11

Victoria Dönemi ve Jane Eyre

Şubat13

Jane Eyre

Hatırlarsanız geçen sene dil anlatım dersinde Don Kişot ile ilgili bir tez yazmıştık, bu sene de Charlotte Bronte’nin Jane Eyre romanını okuyarak onun üzerine bir tez yazmamız gerekiyordu. Kitap ilk bakıldığında kalın görünümüyle bir hayli korkutucu. Neredeyse her klasikte olduğu gibi başları çok da sürükleyici değil fikrimce. Ama ilerledikçe  aşk hikayesinin de başlamasıyla vazgeçilmez bir hal alıyor. Şahsen ben okurken kitaba ve karakterlere çok bağlandım, hatta belli yerlerde gözlerim doldu. Kitabı bitirdiğimdeyse çok etkilenmiş, adeta aşka aşık olmuştum.Kesinlikle okunması gereken bir klasik; yalnızca aşk hikayesini değil, aynı zamanda dönemin kültürel ve sosyal yapısını da çok iyi yansıtan bir eser. Ben sözü burada noktalayıp gerisini Jane Eyre tezime bırakayım. Tezimde romanın yazıldığı Victoria dönemi ile bunun romandaki izlerini anlattım.

Eğer okumadan roman içinden hikayenin gidişatıyla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmak istemiyorsanız yedinci paragrafı atlamanızı tavsiye ederim. İyi okumalar!

Not: Alıntıların sayfa numaraları Jane Eyre kitabının Oda Yayınları 2005 baskısına göre belirlenmiştir.

VICTORIA DÖNEMİ VE JANE EYRE

19.yüzyılda İngiltere’de Victoria Dönemi, sanat ve bilim alanındaki gelişmelerle imparatorluğun en parlak dönemi unvanını alırken, öte yandan toplumda sınıf ayrımlarının ve dini baskının en belirgin ve katı şekilde yaşandığı dönem olma özelliğine de sahiptir. I.Victoria’nın kraliçe olarak hüküm sürdüğü bu çağ, sanayi alanında büyük gelişmelerle İngiltere’yi bir numaraya taşırken kendi içinde yaşadığı sorunlarla sosyal anlamda pek çok çelişkiyi de içinde barındırmıştır. O dönemin ünlü yazarlarından Charlotte Bronte’nin yazdığı Jane Eyre romanında Victoria Dönemi’nin bu çelişkileri ve toplumsal düşünce tarzı üzerindeki etkileri açıkça görülebilmektedir.

Victoria Dönemi’nde kilisenin toplum üzerindeki baskısı çok büyüktü. Din, bireysel bir inanç tarzından çok toplumsal bir gereklilik olarak görülüyordu. Bunun yanı sıra ahlak, evlilik, aşk gibi her konuda din adı altında baskı yapılıyordu. Dinin kötüye kullanımı toplumda yaygındı. Kraliçe Victoria’nın katı yönetimi ve tutucu bakış açısının buna etkisi büyüktür. Charlotte Bronte, Jane Eyre’de toplumdaki dini baskıyı, iğnesiz ama gerçekçi bir dille anlatmıştır. Romanın başlarında okul müdürü Bay Brocklehurst’ün küçük Jane’i din adı altında korkutmasına şu satırlarla örnek verilebilir: ‘’Yaramaz bir çocuk kadar üzücü bir şey olamaz… Hele yaramaz bir kız çocuğu. Sen kötü insanların öldükten sonra nereye gittiklerini biliyor musun? –Cehenneme giderler… -Bu çukura düşüp sonsuza kadar yanmak ister misin?… Daha birkaç gün önce beş yaşında bir çocuk gömdüm. Yaramaz bir çocuk olmadığı için ruhu şimdi cennette. Fakat korkarım seni öbür dünyaya çağırdıklarında aynı yere gidemeyeceksin.’’(Bronte, 35) ‘’Bir çocuk için yalancılık sahiden üzücü bir hatadır… O ateş dolu çukurda yalancılara özel bir yer ayrılmıştır.’’(Bronte, 37)

Dinin bu denli baskı unsuru olarak kullanıldığı ve tutuculuğun böylesine yaygın olduğu İngiltere’de bilimde yaşanan gelişmelerle Charles Darwin’in dini ve Tanrı’yı ortadan kaldıran evrim teorisini ortaya atmasıyla insanlar neye inanacağını şaşırmıştı. Bir yanda ülkeyi sarıp sarmalayan ve gittikçe artan tutuculuk, öte yanda dinle ilgili tüm olguları yok sayan evrim teorisi karşısında halk bocalamış, bu da İngiltere’nin parlak yıllarında ironik bir şekilde insanların dine, dahası dini baskıyı oluşturan yönetime olan güveninin sarsılmasına sebebiyet vermiştir.

Victoria Dönemi İngiltere’sine damgasını vuran bir başka toplumsal sorun ise sınıf ayrımıdır. Toplum; soylular, işçiler, köylüler gibi sınıflara ayrılmış durumdaydı. Bunların da ötesinde Victoria Dönemi’ndeki toplum kısaca iki sınıfa ayrılabilir: zenginler ve fakirler. Zenginlik ve fakirlik toplumda uçlarda yaşanıyordu. Bir yanda şatafatlı şatolarda itibarlı zenginler yaşarken diğer yanda sokaklarda fakirler yiyecek ekmek bulamıyordu. Her ne kadar Sanayi Devrimi’yle toplumda ‘işçi’ sınıfı oluşmuş olsa da, bu yalnızca soyluları daha da zenginleştirmişti. Fakirlik toplumda ‘adi’ bir sınıf olarak görülüyor, fakirler aşağılanıyordu. Jane Eyre’de pek çok yerde bu düşüncenin örneğine rastlanır: ‘’Yoksulluk deyince çocuklar çalışkan, temiz, namuslu, beyefendi kişileri düşünmez. Bu sözcük onların aklına döküntü kılıklar, açlık, soğuk, kaba saba davranışlar, adilikler, fenalıklar getirir. Benim için de yoksulluk demek adilik demekti… Yoksulların insana nasıl iyi davranabileceklerini aklım almıyordu.’’(Bronte, 25-26)

19.yüzyıl İngiltere toplumu aristokrasisinde para ve soyluluk, prestij ve rahatlık; yoksulluk ise adilik ve sefalet anlamına geliyordu. Oysaki fakirlerin çoğunluğunu kötü yola düşürüp adiliğe iten, toplumdaki bu hiyerarşi ve zenginlerin üstünlüğüydü. Hayatta kalabilmek için yoksullar, dilenciliğe ve kötü yola başvuruyordu. Charlotte Bronte de romanda bu sınıf ayrımını ve zenginliğin toplumda nasıl önemli bir yere sahip olduğunu, eğitimli olmasına karşın mirası olmayan Jane ve köklü bir aileden gelen zengin Edward Rochester karakterleriyle vurgulamıştır. ‘’Böyle durumlarda(evlilik) konum, servet eşitliği aranır.’’(Bronte, 302)

Victoria Dönemi toplumundaki tek ayrım sınıf ayrımı değildi. Aynı zamanda toplumda erkek üstünlüğü vardı. Kadınlar hiçbir söz hakkına sahip olmamakla birlikte iyi bir eş, ev hanımı ve anne olmakla yükümlüydü. Ancak erkeklerin sözü geçebilir, yalnızca onlar çalışabilir, haklara sahip olabilirdi. Yönetiminde kadın bir hükümdar, bir kraliçe, bulunan bir ülkede bu boyutta bir erkek üstünlüğünün olması ironiktir. Ancak bunun sebebi kraliçe Victoria’nın kadın haklarından zaten bihaber olan bir toplumu yönetirken anti feminist bir düşünce tarzına sahip olmasıdır. Kraliçe Victoria, bir konuşmasında kadın haklarına karşı olduğunu, kadınların kendilerini erkeklerle eşit görmelerinin onları iğrenç yaratıklara dönüştüreceğini ve kadınların bir erkeğin koruması olmadan yaşayamayacağını belirtmiştir. Charlotte Bronte ise bu düşünceye karşıt fikirlerini romanda Jane’in ağzından satırlara dökmüştür: ‘’Hele kadınların çoğunlukla epey sakin olduklarına inanılır. Fakat kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekalarını, becerilerini işletmek için bir eylem alanına ihtiyaç duyarlar. Üzerlerindeki baskı epey ağır, sürdükleri hayat çok durgun olursa acı duyarlar bundan,  zarar görürler. Onlardan daha ayrıcalıklı olan erkeklerdir. <Kadınlar yemek yapıp çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin> demeleri geri kafalılıktır! Bir kadın geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden çoğunu yapmak, öğrenmek isterse onu ayıplamak, alaya almak aptallıktır.’’(Bronte, 125-126)

Ayrıca bu dönemde dini baskının da etkisiyle aşksız evlilikler makbul görülmüştür. Evlilik yalnızca aile kurup soyu devam ettirmek için yapılmalıdır. Aşk dinden uzak, yasak bir duygudur. Romandaki şu sözler bunu açıkça anlatır: ‘’Bir kadının, içinde gizli, yasak bir aşkın alevlenmesine izin vermesi de çılgınlıktır, çünkü böyle bir aşk ortaya çıkmazsa, karşılık görmezse kendisini besleyen kalbi kemirip bitirir; ortaya çıkar da karşılık alırsa insanı vahşi bataklıklara sürükler ki buradan da çıkış yoktur.’’(Bronte, 184) Yazar, ana karakter Jane’in ağzından aşık olmadan evlenmenin bir azap olduğunu şu sözlerle anlatmıştır: ‘’Bana sorarsan, aşk için yaratılmamışsam, evlilik için de uygun değilim demektir. Garip olmaz mı, Diana… İnsana yalnızca işe yarar bir eşya gözüyle bakan bir erkeğe hayat boyunca bağlanmak?’’(Bronte, 470)

Buna karşın Victoria Dönemi’nde özellikle de soylular arasında kadının güzelliği önemli bir yere sahipti. Her ne kadar tutuculuktan ötürü kadınlar kat kat elbiseler giyse de güzellik bir kadının geleceğini belirleyen çok önemli bir faktördü. Çünkü soylu ve zengin erkekler tarafından beğenilip onlarla evlenmek kadınlar için bir servete konmak demekti. Jane Eyre’de Blanche Ingram karakteri buna bir örnektir. Güzel Blanche’ın Bay Rochester’la evlenmek istemesindeki tek amacı Rochester’ın servetine konmaktı. Rochester şu sözleriyle bunu açığa çıkarmıştır: ‘’Servetimin söylenenin üçte biri kadar bile olmadığı hakkında bir dedikodu çıkardım; bu dedikodunun onların(Blanche ve annesi) kulağına varmasını sağladım. Sonra da sonucu görebilmek için evlerine uğradım. O da, annesi de buz gibi soğuk davrandılar bana.’’(Bronte, 291) Jane çoğu zaman kendini güzel bulmadığından Bay Rochester’ın yanına yakıştıramamıştır. Bu kişisel bir şey gibi görünse de aslında dönemin ve güzelliğin toplumda önemli bir yere sahip olmasının bir sonucudur.

Kraliçe Victoria, gerek imparatorluğu zirvesine çıkarmasıyla, gerek aşırı tutuculuğuyla, gerek toplumda güçlendirdiği aristokrasiyle, gerekse anti feminist yönetimiyle 19.yüzyıl İngiltere’sine damgasını vurmuştur. Bu dönemde yaşayan Charlotte Bronte de Jane Eyre romanıyla dönemin derin bir portresini çizerken eşsiz bir aşk hikayesi anlatmakla kalmamış, okuru İngiltere’nin parlak yüzünün derinliklerine götürüp zengin, fakir, kadın, aşk, evlilik, inanç, ön yargı gibi kavramları sorgulayarak ortaya unutulmayacak bir edebi eser çıkarmıştır.

13.02.11

Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar!

Aralık31

Yeni şeylere karşı ister istemez bir heyecan duyarız her zaman. Yeni giysiler, yeni bir saç kesimi, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir şehir, yeni eşyalar… “Yeni” sözcüğü karşı konulmaz bir merak uyandırır içimizde, tekdüze hayatımızda umut ışığı olur bize. Bu sözcük, bilinçaltımızın derinliklerinde yatan Polyanna’ya can verir, istesek de istemesek de pembe gözlükleri takar gözlerimize. Çünkü hep bir hayal kurarız yeni diyince, yenisi eskisinden iyi olacakmışçasına umut ederiz. Ne zaman ki “yeni” yeniliğini kaybedip sıradanlaşmaya başlar, Polyanna çekilir köşesine, ta ki başka bir “yeni” gelip hayatımıza dokununcaya kadar; işte o zaman aynı döngü yeniden başlar.
Eğer o döngü hiç durmadan sürekli dönüyorsa içimizde, iyimserizdir. Ancak bir süre sonra artık “yeni” şeyler bile heyecanlandırmıyorsa bizi, kötümserlik tüm benliğimizi kaplamış demektir.

Yeni yıl da her yeni şey gibi heyecanlandırır bizi. Dünü biliriz, bugünü yaşarız, yarın için umut besleriz. Çünkü dünkü pişmanlıklar, bugünkü hatalar yoktur yarında; yalnızca saf umutlarımız ve hayallerimiz vardır. Bu yüzdendir ki her yıl sonunda gelecek olan yeni yıl, bizde uyandırdığı merak ve heyecanla sevinç de getirir, çoğu zaman yarın için umut beslemek yarının getirdiklerinden daha çok mutluluk verir.

Her gün yeni bir satır, her ay yeni bir sayfa hayatımızda açılan; her yeni yıl da yeni bir defterdir bizim için. Önce o güzel kapağını açar, yazmaya başlarız ilk sayfasının ilk satırlarına, umutlarla dolu en güzel yazımızla. Sonraki sayfalarda ne olur, bilinmez ama o yeni defterin yeni kapağını görmek bizi mutlu eder, içine yazacaklarımızı hayal etmenin ettiği gibi.

Halbuki bilmez miyiz ki, onların tümünü temel olarak kağıda, paragraf başından başlayıp son noktaya uzanan o uzun kağıda, yazarız; o kağıdı sayfalara, sayfaları da satırlara bölüp bir tutamına “defter” adını veren bizizdir aslında? Bir satırdan ötekine virgülle, üç noktayla uzanır cümlelerimiz, ta ki en son noktaya kadar. Zamanı da böyle bölmez miyiz? Sonsuzluğu yıllara, yılları aylara, ayları günlere, günleri saatlere, dakikalara, saniyelere bölüp buna “zaman” adını veren de biziz. Öyleyse sonsuzluğun her bir parçasında; “dün, bugün, yarın” gibi hiçbir zaman kavramı sınırlaması olmaksızın, yaşadığımız bir dünya olsa? En azından kendi dünyamızı  böyle yapma şansımız var. Peki o zaman umutlarımıza, hayallerimize ne olur? Belki gerçek olurlar…

Bugün hayal kurmamız, umut etmemiz ve bugün gerçekleştirmemiz dileğiyle…
Mutlu seneler!

31.12.10

Yeri: Deneme, Diğer | Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar! için yorumlar kapalı

Şiir Yazmak Üzerine: Şiir Üzerinde Değişiklikler Yapılabilir mi?

Ekim13

Yazma tembelliğine bir son verme kararı aldığımdan beri canla başla yazı yazma çalışmalarına giriştim. Şiir yazdıkça şiir yazmak üzerine düşünür oldum. Geçenlerde ‘Şiir üzerinde değişiklikler yapılabilir mi?’ diye bir şey takıldı aklıma.

Benim bu konuda hep kesin bir görüşüm olmuştur: Hayır, şiir ilk yazıldığı haliyle güzeldir, bu yüzden üzerinde değişiklikler yapılamaz.
Ama geçen gün babamla, yazdığım ‘’İstanbul’da Bir Yalnız’’ şiiri hakkında konuşuyorduk. Bana şiiri beğendiğini, ancak iki dizede takıldığını söyledi. Dizeler şöyleydi:

‘’İzledim İstanbul’u,
Yükselen tepeleri, yükselen minareleri’’

Burada iki kez ‘yükselen’ kullanmak yerine;
‘’Yükselen tepeleri, incecik minareleri’’ dersem daha iyi olabileceğini düşünüyor.
Evet, belki daha iyi olabilir. Ama benim fikrim şu yönde:

Bu bir düz yazı olsaydı, kesinlikle onu defalarca okur ve üzerinde pek çok değişiklik yapardım. Aynı şekilde bir resim olsaydı; defalarca siler, yeniden çizerdim. Mükemmelliği yakalamaya çalışırdım. Ama bu bir şiir ve şiir, benim tanımıma göre, duyguların kelimelerle kağıda ahenkli bir şekilde dökülmesidir. Bir kez dökülür ve öylece kalır. Çünkü duygular anlık, kelimeler kalıcıdır. Duyguyu o an yaşar ve kağıda geçirirsin; bence en mükemmel hali de odur.

Eğer sonradan en ufak bir şeyi değiştirirsen şiirde, büyüsü bozulur. Eğer ben şimdi o iki dizeyi değiştirirsem; belki okuyan biri daha çok beğenecek ama benim için anlamını yitirecek, aynı tadı alamayacağım bir daha okuduğumda.

Kesinlikle yanlış anlaşılmasın, her zaman eleştiriye açığım, hatta eleştiri almaktan memnun olurum; çünkü bu, şiirime değer verildiğini gösterir. Eleştirilen noktalara bir sonraki şiirimi yazarken dikkat ederim hep, şiirimin ilk halini değiştirmeyi düşünmem hiç. Dediğim gibi bir nesirden, resimden farklıdır şiir. Büyük ressamlar resim bizim gördüğümüz hale gelene kadar yüzlerce desen çalışması yaparlar mesela. Ama şairler…

Fazlasıyla amatör bir şair olarak bence şiir her zaman ilk haliyle güzeldir. Siz ne dersiniz?

13.10.10

İstanbul’da Bir Yalnız

Ekim10

İSTANBUL’DA BİR YALNIZ

Bir bahar sabahı yürüdüm
İstanbul’un dar sokaklarında
Hafiften bir rüzgâr esiverdi,
Üşüdüm,
Bir ağrı alevlendi şakaklarımda.

Huzurlu bir hayale daldım
İstanbul kokan.
Düşü gerçek sandım
Neden sonra evlerin ahşap kokusuyla uyandım
Köşeden bir simit aldım
İstanbul kokan.

Sonra gördüm onu.
Masmavi gözleriyle
Bakıyordu.
Koştum bir telaşla,
Gönlümde bir şevk, bir aşkla
Bilmeden sonunu.

Ve ulaştım ona,
Belki de bir mutlu sona
Uzandım,
Dalgalar yakaladı elimi
Açtığımda gözlerimi, gördüm, İstanbul’u
Masmavi denizini.

Bir banka çöküverdim
Ağırlaşmış bedenimle.
Bir yanımda pişmanlık,
Bir yanımda özlemimle.
Kurumuş dudaklarımda
Unutulmuş bir cümle
Keşke…
Sustum.
İstanbul’u izledim
Yine bir hayale daldım,
Onu izledim.

Bir ışık parladı sonra
Aydınlandı gökyüzü.
Denize düştü
Güneşin hareleri.
İzledim İstanbul’u
Yükselen tepeleri, yükselen minareleri
Güldüm,
Kalktım ayağa.
Elinden tuttum yalnızlığımın,
Yürüdüm.

SEVDE KALDIROĞLU

23.09.10

Defter

Temmuz6

Defteri alıyorum elime;
Açıyorum kırmızı, çiçek desenli kapağını.
Boş sayfalarını çeviriyorum bir bir
Yeni mi? Yeni değil defterim,
Kullanılmamış demek daha doğru.
Halbuki bir zamanlar
Ne çok severek almıştım onu.
Önce sıradan karton kapağına hayran kalmıştım,
Sonra bembeyaz sayfalarına.
Öyle yumuşaktı ki sayfaları,
Her dokunuşumda okşarlardı elimi,
Severdim onları.
Hep alırdım elime onu
Ama hiç kaleme gitmezdi elim.
Kıyamazdım ona yazmaya,
Beyaz sayfalarını siyahla kirletmeye.
Hep ‘Yazacağım’ derdim,
‘En güzel yazılarımı buna yazacağım,
İnci inci harfleri dökeceğim sayfalarına’
Ama hiç yazamadım işte.
Hep onu öyle bembeyaz göreceğim,
Hep yeni kalacak sandım.

Ben kıyamadım ona ama
Zaman kıydı.
Acımasızdı zaman,
Gaddardı.
Tertemiz sayfalarını bir bir sararttı,
Kenarlarını kıvırdı,
Parlak kırmızısını soldurdu kapağının,
Çiçeklerini bir bir soldurdu.
Zaman kirletti onu.
Halbuki ne hayallerle almıştım bu defteri ben,
Boş sayfalarını ne hayallerle süslemiştim,
Ne resimler çizmiştim aklımdan,
Ne şiirler yazmıştım…

Şimdi çevirdikçe sarı yaprakları
Görüyorum geçmişimi
Bu boş ama kirli sayfalarda.
Yaşamadığım-yaşayamadığım- hayallerim
Canlanıyor her birinde,
Amaçlarım, düşlerim…
Son sayfayı çevirirken
Fark ediyorum da,
Kırışan yalnızca sayfalar değil,
Ellerim.
Zaman sayfaları sarartırken
Saçlarımı beyazlatmış da
Farkında değilim.

Sevde Kaldıroğlu

06.07.10

Yeri: Edebiyat, Şiir | Defter için yorumlar kapalı

Gün Batarken

Şubat12

GÜN BATARKEN
(8.sınıftan arkadaşım Merve Erbaş’a ithafen…)

Gün batarken
Havanın kızıllığında ben
Usulca esen rüzgar misali
Sıcacık evime
Kavuşuyorum yeniden.

Sessizliğin içinden uzanıyor gece
Bulutsuz ve güneşsiz.
Gökyüzünde parıldayan ayla
Işıl ışıl yıldızlar, eşsiz.

Ve başlıyor yine
Kapanıyor yavaşça gözlerim,
Gecenin bu sessizliğine,
Uykuya dalıyor düşüncelerim.

Sevde KALDIROĞLU
06.04.09

« Older EntriesNewer Entries »