Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Su-s-a!

Nisan8

“Sus” dedim
Ama her zamanki gibi
Susamadım
Ne bir bardak aşka
Ne bir damla yaşama
Susamadım yokluğunda

Kaşlarıyla kızdı,
“Susamam” dedi
Gamzeleriyle gülümsedi:
“Hiç konuşmadım ki susayım”
Ve sonra kulakları sağır edici bir sessizlik fısıldadı

Emir verdim bu kez
“Konuş!
Gül, kız, bağır, sev!”
Yüzüme baktı
Belirsiz bir tebessüm geçti yüzünden
Sözlerimi içine çekti
Sözsüz bir nefes verdi geriye.

Haykırdım,
“Susamazsın, susamazsın sen!”
Kurumuş dudaklarına yağmur damladı
Kocaman bir fısıltı fırlattı yüzüme:
“Geçti”
Paramparça dilimde iki harf dudaklarımı zorladı:
“Ne?
Ne geçti?”
Yapılan bir espriyi anlamamışım gibi,
İnce bir alayla yanıtladı
“Zaman”
“Sus!” diye haykırdım
Geçti, artık geçti, biliyordum
Yalvardım sessizce
“Susa!
Yağmura, suya susa!”
Duymadı, görmedi de
Anladım
Belki de yaşamımda ilk kez
Anladım.
Çünkü o
Gözleriyle duyardı
Dudaklarıyla dokunur,
Elleriyle tadardı.
Çünkü o
Kulakları kör
Gözleri sağır kalmasın diye
Yaşamı yüreğiyle avuçlardı.

Sevde Kaldıroğlu
23.12.11

”Düşünen” Varlık

Mart30

Yüzyıllar boyu ”O”nu her şeyden üstün tuttuk; ”O akıllı” dedik, ”O düşünür” dedik. Onun hakkında yazdık, onun hakkında çizdik. Onun duygularını ve onun düşüncelerini yaydık yeryüzüne. Peki o ne yaptı? Şımarık bir çocuk gibi yırtıp attı tüm yazılanları, çizilenleri. Nankördü ve hırslıydı. O, düşündü ve zarar verdi. O, düşündü ve savaştı. O düşündü ve öldürdü. Peki biz ne yaptık? Ya onun tarafından öldürüldük; bedenen öldük ya da onun öldürmesine göz yumduk; vicdanen öldük. Onun nankörlüğünden daha büyük bir ihaneti biz kendimize yaptık aslında. Ona inanmaya, onu desteklemeye ve çizdiği yoldan gitmeye devam ettik sessizce, tepkisizce. Tüm düşüncelerimizi bir çırpıda çöpe attık, daha fazla düşünmedik, düşünmeye cesaret edemedik belki de. Bizim yerimize ”o” düşündü ve biz itaat ettik, sustuk sessizlik yemini etmişçesine.

Yüzyıllardır ”o” savaşmaya ve yok etmeye devam ediyor. Bizim sessizlik yeminimiz ise halen sürüyor. Susuyoruz, susacağız da, ta ki bir gün sıra bize gelinceye dek. İşte o gün, suskunluğa alışmış dillerimiz çözülemeyecek belki de. Biz, bugün hür irademizle tuttuğumuz sessizlik yemininin yarın tutsakları olacağız. Söz gümüşse sükut altındır, demişler. Yanlış. Sükut bugüne dek bize hep ölüm getirdi, şimdi sıra ‘söz’de. Ne zaman sükut sonlanır, söz başlar; ancak o zaman ölüm biter, yaşam doğar.

25.03.12

Bu ay ne okusak? Mart ’12

Mart20

Saf ve Düşünceli Romancı/Orhan Pamuk: Yazarın Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton derslerinin bir derlemesi bu kitap. Yaşamımda bu denli zevkle okuduğum kitaplar nadirdir. Orhan Pamuk roman yazma ve okuma zevkinin yanı sıra meslek sırlarını hem okur hem de yazar bakış açıları arasında gide gele aktarıyor okura; öyle ki yazma coşkusunu olduğu kadar okuma coşkusunu da duyumsuyorsunuz okuduğunuz her satırda. Özellikle genç ve -benim gibi- amatör yazarlar için çok sağlam bir roman rehberi ve ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum. Edebiyatı seven ve okuma ya da yazma gibi edebi uğraşlara vakit ayıran herkesin kendini bulabileceği ve mutlaka zevk alacağı bir kitap.

The Crucible-Cadı Kazanı/Arthur Miller: 1692’de Amerika’nın Salem köyünde geçen cadı avını 1950’lerin ABD’sinde Senatör McCarthy önderliğindeki Komünist avına benzeten Arthur Miller, The Crucible adlı oyununda politik alegorinin ötesinde insan doğasının değişmeyen özelliklerini; menfaat ve intikam duygusunu tarihten iki büyük örneği gözler önüne sererek derinlemesine işliyor. İnsanın dış dünyasını medenileştirerek ilerlediği gelişme yolunda iç dünyasından -kirli ve acımasız duygularından- ödün vermediğini ve yüzyıllar boyu insanoğlunun aslında değişmediğini vurucu ve gerçek bir hikayeyle ortaya koyuyor yazar.

”Sözcükler” Dergisi 36.Sayı – Mart – Nisan 2012: Sözcükler’in bu sayısı da bir önceki gibi çok güzel. Bu kez özellikle şiirler ilgimi çekti, oldukça sade fakat anlamlı şiirler var dergide. Mutlaka alın bu sayıyı, özellikle bordo kapağıyla size de bana verdiği gibi ilham verecektir 🙂

  • Roni Margulies/”Pencereden Bakan Kadınlar”
  • Ferruh Tunç/”Turyap Oteli”nde Hatırlama Girişimi-1-2-3

Peki siz neler okudunuz bu ay?

20.03.12

Yeri: Bu ay ne okusak?, Edebiyat | Bu ay ne okusak? Mart ’12 için yorumlar kapalı

Nar Renkli Bir Sevi

Mart17

Anahtarların şıkırtısı
Ve fonda sessiz bir tango müziği
Nar renkli bir sevi doğuyor –diriliyor
sessizliğin gömütlerinden
Nar renkli bir sevi
Ve genç
Ve ölümsüz
Ve solgun güzün gri yüzü
Canlanıyor onunla
Nar renkli bir sevi
Kızarıyor boş duvarların
tozlu yamaçlarında
Yeni bir döngü
Yeni bir şölen
Örtüsüz, perdesiz
Ve çıplak ve kırmızı, nar gibi
Ve anahtarların şıkırtısı
Ve fonda sessiz bir tango müziği
Nar renkli bir sevinin
sessiz dirilişi

14.03.12

Kırmızı Kafes

Mart15

Öykü

Gondol sesleriyle uyandı geceye. Boş odada yalnızca nefesi duyuluyordu. Gözlerini kapadı, tekrar çığlıklar yankılandı kulaklarında. ‘Geçecek’ umuduyla bir kez daha açtı gözlerini. Duvarın kirden griye dönmüş boyasını o gecenin yağmur bulutlarına, duvarda asılı duran eskimiş saati dönme dolaba benzetti. Saatin ince çubuğu tıpkı dönme dolap gibi durmadan dönüyor, aklını delirtici bir sonsuzluğa yuvarlıyordu. Önce kadının şuh kahkahaları zihninde beliriyor, ardından sonu gelmeyen çığlıklar başlıyordu. Sırtüstü döndü, rutubetli tavana dikmişti gözlerini. Yavaşça tavandan su damladı göğsüne, ardından bir damla daha. O gece de yağmur yağıyordu. Odadaki rutubet kokusu yağmurla çıkan toprak kokusunu anımsattı ona, belleğinde bir başka keskin aromayı daha duyumsadı: kan. Pahalı bir kadın parfümünün kana karışmış kokusunu hissetti, haykırışlar hızlandı zihninde. O koyu kırmızı şehvetli kokuyu en keskin haliyle duyumsadı. Elini terini silmek için istemsizce yüzüne sürdü, çektiğinde kırmızıydı eli, yine burnu kanıyordu. Umursamadı, alışıktı buna, elleriyle yok ettiği varlığı anımsatıyordu ona. Zevk aldı bundan. Yaratıyordu o; öldürdüğü bedenlerden kan yaratıyordu, bir eliyle yok ederken diğeriyle var ediyordu. Yüzünü yastığa döndü, yastık da kırmızıydı şimdi. Burnundan akan kan, dudaklarını kırmızıya bulamıştı, tıpkı kadının kırmızı rujlu dudakları gibi. O dudakların arasından –gondol bir o yana bir bu yana gittikçe- coşkulu çığlıklar fırlıyordu, bu çığlıklar gece boyu da bitmemişti; önce coşkulu, sonra korkulu ve en son da acı dolu feryatlar lunaparkın eğlenceli müziklerine karışmıştı.

Gözü yine duvardaki dönme dolaba takıldı, bir hışımla çekti yorganı, yorgandan dar bir kafes oluşmuştu üstünde. Belki de tek ihtiyacı buydu: kırmızı bir kafes. Kendi yaratacaktı onu da. Ama kan hırsına kapılıp bedenini yok etmekten korkuyordu, kanı var ederken kendisi yok olmaktan. Bir an tırnaklarını yüzünde hissetti, yanağına kırmızı düz çizgiler boyamıştı. Bütün suratını boyamak istedi hırsla. Neden sonra parmakları gevşedi, çarşafa düştü boya fırçaları. Gözlerini yumdu, kırmızı kafesinde kırmızı düşlere daldı.

20.11.11

Yeri: Edebiyat, Öykü | Kırmızı Kafes için yorumlar kapalı

Beklenen

Mart13

Öykü

Bugün yine onu bekledim, gelmedi. Halbuki hep yağmurlu günlerde gelirdi. Bugün de yağmur yağdı ama o gelmedi. Evde beklemekten sıkıldım. Küçük bir defter aldım yanıma, kenarına da bir kalem iliştirdim, kendimi attım sokağa. Deniz kenarında yürüdüm biraz. Toprağın ıslak kokusu geldi burnuma, sonra da yosun kokusu. Oldum olası sevmem yosun kokusunu; ama o bile eşlik ediyor bana bugün. Beklenen ise, halen yok ortalarda. Oysa bilmiyor mu onu ne çok özlediğimi? Yalnızlığımı, belki de hiç kimseye, hiçbir şeye emanet edemediğim bu bencil yalnızlığımı bir tek onunla paylaştığımı? Görmüyor mu varlığına ne denli çaresizce muhtaç olduğumu; herkesi ve her şeyi geride bırakıp hayatımı ona adadığımı bilmiyor mu?

Yağmur hızlandı yine. Islak bir banka oturdum. Kimseler yok ortalıkta; yalnızca tenimde yağmur damlaları ve zihnimde onun hayali. Hüzün, hasret ve belki de çaresizlikle defterimi çıkardım, bomboş bir sayfa açtım önüme. Elimde kalemimle -kağıdı ıslatan yağmur damlalarına inat- bir şeyler yazmaya çalıştım. Ama olmadı, bembeyaz kağıdı ufacık bir çizikle bile kirletemedim işte. Çünkü o yoktu, hayatımdaki herkes gibi o da terk etmişti beni. Ama en çok onun gidişi acıttı ruhumu, belki de boşluğu dolduran tek şeydi, son umuttu yaşama dair; varlığım yokluğa dönüşünce beni anımsatacak tek şeydi.

Bir an bir gök gürültüsü duyuldu, aynı anda beynimde şimşekler çaktı. Bir rüyadan uyandım sanki. Belki de o hiç yoktu, hiç var olmamıştı hayatımda. Belki de inandığım her şey gibi onu da ben yaratmıştım. Evet, o yoktu. Bomboş hayatım gibi bu bomboş sayfayı doldurmak için de var olmayan bir şeye muhtaç değildim. Artık beklenen yoktu. Kalemim de bu sırılsıklam sayfalar da benliğimle birlikte özgürdü. Yüzümü gökyüzüne çevirdim, yağmur tüm çıplaklığıyla yüzüme vurdu; beklenenden, beklemekten ve tüm beklentilerimden arındım. Bir zafer duygusuyla kalktım ayağa, arkamı döndüm, O’nu gördüm.

22.10.11
——————————————————————————–

Peki kim ‘O’?

Düşüncelerinizi yorumlarda paylaşırsanız sevinirim 🙂

Anlamlı Anlamsız

Mart8

Hasta olduğumuzda ateşler içinde yatarken ya da sıkıntılı bir günün sonunda ya da bazen ortada hiçbir şey yokken, nedensizce kabus görürüz uykumuzda. Çoğumuzun kabusları -küçük yaşlarda- canavarlarla ya da korku filmlerindeki kötü kalpli adamlarla doludur. Sonraları belki olgunlaşır korkularımız; canavarlar katillere dönüşür. Bir uçurumun ya da bir binanın tepesinden düşeriz sık sık. Her şekilde bizi ölüme sürükleyecek kötü bir ‘son’dur kabuslarımızı süsleyen en büyük korkumuz. Bu kötü son hep bizden uzak olsun isteriz, başkaları ölür rüyalarımızda, ama her nedense biz hep ölmeden açarız gözlerimizi, ‘kötü son’a ulaşma korkusuyla. Peki ya o son hiç gelmezse?

Benim kabuslarımda bu çirkin soru yankılanır; çünkü herkes bir ‘son’un kabusunu görürken ben sonsuzluğunkini görürüm. Henüz çok küçükken gördüğüm kabuslardan biri dün gibi aklımda. Dev gibi harflerden oluşan tersine yazılmış bitmek bilmeyen, yabancı dilde bir yazının üzerinde geziniyorum ve onu kendi dilime çevirmemi istiyorlar. Kim? Bilmiyorum. Onlar işte. Belki komik geliyor kulağa, belki de bilinçaltımdan çok ödün veriyorum bu sözlerle. Ama çocukluk kabusumu mercek altına aldığınızda farklı düşüneceksiniz belki de.  Yabancı dilde ve tersine yazılmış bir yazı, sonsuza uzuyor üstelik, bir de ömrünü bu anlamsız yazıyı tercüme ederek ona anlam kazandırma çabasına adayan bir kız, bir insan, bir varlık. Tıpkı bir kayayı dağın doruğuna çıkarma çabasında olan ve kaya tam bırakıldığında geri yuvarlandığından yaşamını kısır bir döngüye adayan Sisyphus gibi anlamsız ve daha da kötüsü sonsuz bir uğraş içinde olan bir varlık. Üstelik sıradan bir varlık da değil, varlıkların en akıllısı sözde.

Şimdi bu satırları yazarken çocukken anlam veremediğim kabusuma anlam vermeye çalışıyorum. Ama bu kez boş bir çaba değil bu. Kabusumdaki dev gibi korkunç harfler değil yalnızca gördüklerim, döngüyü görüyorum, sonsuzun gittiği yeri görüyorum. Kabuslarımdaki o ürkek kızdan farkım bu belki de; düşünüyorum, fark ediyorum, anlam veriyorum ve yazıyorum. Onların yazdıkları ve bir türlü anlayamadığım ters yazılara adanan bir sonsuzluğa sahip olmaktan kaçıyorum şimdi. Anlamsızlıkta ebediyen yaşamaktansa anlamlı bir ölüme yaklaşmak en doğrusu belki de.

28.02.12

« Older EntriesNewer Entries »